Perşembe, Mayıs 16, 2013

zırva

Bugün, insanları oldukları gibi kabul etmeyi öğrendim. Başlangıçta çok kolaymış gibi görünen bu yargı cümlesi, aslında buz dağının görünen yüzüdür. Bu kadar iddialı bir başlangıç yapma cüretine sahip ben bile, yukarıdaki yargının doğruluğundan şüphe ediyorum. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu...

Bu kadar gel gitli kafaya en son sahip olduğum dönemde, buradan bıdırlanıyordum, haliyle bir iki satırcık yazayım istedim.

İddialı çıkışımıza geri dönersek, oldukları gibi ifadesinin ne anlama geldiğini tartışmak istiyordum. (Lafı oraya getirmenin yolu görünmemişti, toparlayamadan kapatma eğilimindeydim. Hemen anında kendimle çelişerek ferahladım. ) Oldukları gibi: Nasıl yaşamak istiyorlarsa, onu yaşayamamış olmanın verdiği acı ile ne kadar başa çıkabildikleri? Merceği bu açıya tuttuğumuzda, hayat az da olsa kolaylaşıyor. Başka zaman, düşünce baloncuğunu dolduran küfürler, yerini hüzne bırakıyor. Hayat acımasız. Kimimiz daha şanslı doğuyoruz, daha ilkeli oluyoruz. Çünkü ilkeli olmanın da bir ekonomipolitiği var.Kendi gerçeği ile yüzleşme anlarındaki acılarını, yeni bulunduğu hali sevebilmek ve bu sayede varlık sürdürerek çözenler kategorisinden birini, ki kendisini bir yolunu bulup saf dışı (alternatiflerin piyango ve ölüm arasında gidip geldiği). etme steğimi oldukça sık dillendiriyorum. Bugün onun hayatımda işgal ettiği yeri düzenleme konusunda bir adım daha atabildim. Yirmili yaşların sonunu buradan oldukça sık bıdırlanarak geçiren biri olarak, yolun yarısında olmanın verdiği bilinçle geri dönmek oldukça tuhaf.

İşin aslı şu ki, ben sadece kendimden bir parçayı daha tanıyorum. Kendimizle olan meselemiz bitmeden, yetişkin hissedemeyeceğim. Ve maalesef bu söylediklerimi farklı dilde düşünen zihinlerle test ettiğimde de aynı sonuçla karşılaşıyorum: "Elli yaşındayım, ama bana kalırsa hala yolun başında ve deneyimsizim, öğrenecek çok şey var." Amatör ruhu kaybetmemekle ilgili değil bu sözler, doğrudan gündelik yaşamın idaresi ile ilgili. İşin ilginci bu satırların yazarı hormon bombardımanı altında körpecik, sivilceli, okumak "cool" olduğu için okuyan biriyken, onlu yaşlarının reşit olmayan kısmından tüm dünyayı anladığını "iddia" ederken (bazı şeyler hiç değişmiyor galiba) "en yaşlı genç kuşak"a mensup olduğu kanısındaydı. Yolun yarısında ise, yetişkin oldum olacağım noktasındayım.


Salı, Aralık 13, 2011

Az önce Ocak 2011'de yazdığım, ama nedense yayınlamamayı tercih ettiğim bir yazıyı paylaştım. Nedeni aleni aslında. Bloga geri döner miyim bilmem, madem bunlar gelmiş aklıma, üşenmemiş yazmışım, neden yayınlanmasın değil mi?

Çarşamba, Şubat 16, 2011

...

yaşlı gözlerle bana gelip,
sakın üzülme yavrum!
böyle büyür insanlar
ağlamak çare değil
zaman değirmenini durdurmak kolay değil

-ama babacım-

Perşembe, Ocak 27, 2011

...

32 gün önce, kabuslu huzursuz uykumdan, dünyanın en güven telkin eden sesiyle uyandım: "Haydi yavrum kalk! Kahvaltı yapalım birlikte, saat de geç oldu, haydi Laiacığım." On saat kadar sonra, kodaman kılıklı biri, o sesin beni bir daha uyandırmayacağını, iki sözcükle ifade etti: "onu kaybettik" 

25 yıl önce, evin şımarık prensesi ilkokula başladığında, kırk evin biricik kızıyken, kırk öğrenciden biri oluverdi. Okul sıkıcıydı, zaten bildiğim şeyleri, yeni öğreniyormuş gibi yapmam gereken bir yerdi, üstelik sınıftakilerden de hiç hoşlanmamıştım, hepsi ayrı bir karın ağrısıydı. Okulun ilk günü bittiğinde karşımda onu görünce, hemen başlamıştım anlatmaya, ne kadar sıkıldığımı, sıraların ne kadar rahatsız olduğunu... İnsanın içini ısıtan gülümsemesiyle dinledi beni ve dedi ki, "sen böyle her gün ne olduysa anlat bana, belki seversin ilerde, bir kaç gün daha git bakalım". Bir süre okula sadece babama akşam anlatacak hikayem olsun diye gittim. Bir de her gün bir sınıf arkadaşıma lakap takıyorduk, onun için. Geveze Ayça, derste bana bir şeyler söylerken öğretmenden azar işitmeme sebebiyet verdiği için gevezeydi. Balıkçı Hakkı ise, babam çocukken alış veriş yaptıkları balıkçı ile aynı ismi paylaştığı için almıştı balıkçı sıfatını.  Huysuz Haluk ve Mutlu Selçuk ise tek yumurta ikiziydiler, birbirlerinden ayırdetmenin yolu lakaplarında saklıydı. Sonra şımarık prenses okula ısındı, ama hikayeleri 32 gün öncesine kadar hep devam  etti. 

28 yıl kadar önce, babamla ben Ankara sokaklarını arşınlarken, japon mucizelerinden biri ile karşılaştık. Bir limondan iki çay bardağı limon suyu çıkaran japon mucizesi, Sakarya'da karşımıza çıkmıştı. Annemin nazarında ikimizin sicili epey bozuktu,  buna benzeyen çok sayıda japon mucizesini alıp, eve geldiğimizde hiç bir işe yaramadığı gerçeği ile yüzleşmiştik. Bu kez kazıklanmama konusunda kararlıydık kararlı olmasına, adam da gözümüzün önünde iki bardağı limon suyuyla dolduruvermişti. Babam atıldı, ben denemek istiyorum diye, iki çay bardağı olmasa da bir buçuk çay bardağı doldurdu. Bu kez annemden azar işitmeyeceğimizden emin bir şekilde aldık. Ama işte olmadı, yine evde işe yaramadı. 21 gün önce işten çıktım, bizim japon mucizesi, işyerimin önünde yeniden satılıyor. Mekanizma tamamen aynı, 28 yılda değişen tek şey, borunun ucuna eklenen kapak olmuş. Babam yoktu, ben aldım. 

12 yıl önce, öğrencisi olmadığım bir üniversitede düzenlenen yemekhane boykotuna katıldığım ve 2911'e muhalefet ettiğim gerekçesiyle hakkımda soruşturma açıldığında çakmak çakmak gözleriyle bana "Sen profesyonel eylemci olmuşsun" diye gürlemişti. Bu kavga esnasında bütün konsantrasyonumu ona "babacım" değil de "baba" diyebilmeye yöneltmiştim. O kadar zordu babacım dememek.  O sene 1 Mayıs'a katılmak epey güç olmuştu. Ertesi seneden itibaren ev ahalisinin geyik konusu olmuştum. "Birazdan gelir ablanız, surat kırmızı ses kısık", abla gelince, "yavrum diyorumki, alana giderken kolu açık bir şeyler giysen de böyle sadece suratın kızarmasa." Zaman içinde benim de lakabım olmuştu: evin terörden sorumlu devlet bakanıydım, bilgi yarışmalarında benim sorumluluk alanıma giren sorularda tüm gözler beni arar olmuştu.



Işıklar içinde uyu babacım, her anını dolu dolu yaşattığın bu 32 yıl için bütün içtenliğimle teşekkür ederim. Bana öğrettiğin herşey için, içimi dolduran hudutsuz sevgin için, her koşulda yanımda olduğun için, babam olduğun için...








Pazar, Aralık 12, 2010

Bembeyaz gece

Önbilgi 1: Bugün yani yaklaşık bir saat önce sona eren gün dünya rakı günüydü.
Öbilgi 2: Ankara kar altında.
Önbilgi 3: Elbette rakı içtim, ama yaş ortalaması 50 olan işyeri arkadaşlarıyla.

Her sabah doğan güneşten çok, her kış yağan ilk kar umutlandırıyor beni hayata dair. Nedenini bilemiyorum, kestiremiyorum. Tek bildiğim bunun böyle olduğu. Bu nedenle 17 yaşımdan beri ilk yağan karı kendimce bir ritüelle kutsarım, yani kar altında yürüyerek konyak içerim. Bu ritüelin dışına çıktığım nadirdir. Bugün de ritüeli bozmadım. Gereksiz yere üzerime aldığım sorumlulukların boğuculuğuna rağmen ritüeli yerine getirdim. Lakin bugün aynı zamanda dünya rakı günüymüş. E ne oldu? Elbette gündüz içtiğim konyağa aldırmadan 3 duble de rakı içtim. Demem o ki fena halde sarhoşum.  

Sarhoş aklım bembayaz olunca Ankara'ya bile aşık olacak neredeyse. Komik, şimdi aklıma düştü. Bir zamanlar, bir kıza deli gibi aşık arkadaşıma "Bak, çok güzel kar yağıyor, bu şehir kar altında gerçekten güzel, onu şimdi arıyorsun ve Seğmenlere götürüyorsun. İnan bana bahar aylarından çok daha fazla etki eder, kar altında Ankara." önerisinde bulumuştum. Komik olan işe yaramış olması. Hala birlikteler.

Tekil olunca muhabbeti ekleyemedim, bembeyazın yanına. Neyse artık bir dahaki karda bembeyaz muhabbetleri gerçek kılmak dileğiyle...

Cumartesi, Kasım 20, 2010

Sonbaharda Ankara

Bir iki aydır daha fazla hareket edebilmek amacıyla, evin yakınlarında kamusal bir parkta yürüyorum. Son iki haftadır, geçtiğimiz yıl yağan yağmurlarla bir miktar yeşeren Ankara'nın sonbaharını fotoğraflamam gerektiğini düşünüyorum. Tipik üşengeçlik ve unutkanlık sendromlarından dolayı bugüne kaldı. Nihayet çekebildim.



Yukarıdakiler yürüyeceğim parka giderken yol üstünde beni cezbedenler.. Aşağıdakiler ise, iki gün önce yürüyüşe giderken evde bıraktığım makina için ahlanıp vahlanıp, nolur nolmaz yine unuturum düşüncesinden hareketle balkondan çektiklerim.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

Genç kalmak

Kıskanmanın mantıksızlığı üzerine dün yazdıklarımdan sonra, geceyarısını henüz geride bıraktığımız dakikalarda, bol miktarda rakının desteğiyle 60 yılın nasıl olup da hiçbir şeyi değiştirmediğini dinleme imkanı buldum. Her daim dinamik olmanın sırrını, her daim dinamik insandan dinledim. Formülü oldukça basit aslında: Azraile karşı kaybedeceğinden emin olduğun savaşta, her muharebeyi sanki nihai savaşı kazanacakmış gibi sürdürmek. Hep kavga. 18 yaşında nasıl bir tutku yaşatıyorsan içinde, 60 yaşına geldiğinde onu sürdürebilmek. O an anladım ki, çok uzun süredir 80'li yaşlarıma çakılıp kalmışım. Karşımdaki ise 18'inde bir delikanlı.

Kıskanmanın mantıksızlığı konusundaki düşüncelerim değişmedi, ama meseleyi yaşla bağlantılı olarak ifade etme ihtiyacı hissettiğim için şu anda biraz utanıyorum. Keza haddime düşmez, kimsenin yaşı nüfus kağıdında yazmıyor. Bilahere kıskanma ve yıkıcılığı üzerine düşüncelerimi, önümüzdeki haftalarda buraya yazacağım.

Şimdi ise 18 yaşındaki delikanlı ile dün gece yaptığım kısa sohbetin damağımda bıraktığı tatla uykuya çekilmek istiyorum. Hastalıkla muharebe halindeki bedenimi fazla uykusuz bıraktım, bir iki saat iyi gelecek.

Bugünün ilk saatlerini unutmamak üzere buraya not düşmeliydim, düştüm.