az önce son yazdığımı bir kez daha okuyunca artık iyice delirdiğime kanaat getirdim. neyse nihayetinde o umut dolu ruh halnin beni terk etmesi oldukça hızlı oldu. bu iki günlük süreç içinde yaşananlar:
1. enstitüye gidildi doktora kaydı için, tezini yazmamış insanların doktora kaydını alan enstitü, heralde tez danışmanımı beğenmediğinden olacak, benim jüriyi geçtiğime dair kağıda rağmen, kaydımı almadı, önce tez teslimi yapmam gerekiyormuş. olur dedik. ve ilk önerim: TEZ DANIŞMANINIZI SEÇERKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLARDAN BİRİ DE ENSENİN KALINLIĞIDIR! zira ensesi yeterince kalınsa, siz hiç sıkışmadan tüm bu angaryayı yayarak yapabilirsiniz.
2.tez teslim etmek yazmakla yarıştırılabilecek bir zorluk düzeyinde olduğunu işitmiş bir kişi olarak, ama bunu biraz da insanların abartması olarak değerlendircek ukalalıkta biri olarak bakalım dedik neler gerekiyor. evet efendim tez teslim edeceklere ikinci öneri: TEZİNİZİN ADI MÜMKÜN OLDUĞUNCA KISA OLSUN! zira ben deniz 10 kelimelik tez adıyla kafayı yeme noktasına geldim, şu anda sayısını kestiremediğim kadar form doldurmak zorunda kalınıyor. tabi üçüncü öneri: TEZ ADINIZI HER YERE AYNI ŞEKİLDE YAZDIĞINIZDAN EMİN OLUN! evet bu bana özgü bir salaklık da olabilir ama o kadar form doldururken bir de üstüne üstlük tezin adında ekseninde mi desem bağlamında mı desem kararsızlığı yaşamış birinin başına bunun da gelmesi pek şaşırtıcı değil, bazısına bağlamında bazısına ekseninde yazmışım.
3.teknoloji ilerlemiş benim enstitüm ve yöküm de geri kalmak istememiş, tez teslimleri için tezin pdf dosyası halinde iki cd olarak teslimi şartı konmuş, ne güzel değil mi? artık netten tezlere ulaşmak mümkün olabilkecekmiş, gel gör ki laia'nın pcsi kafayı yemiş durumda, format atılması gerekiyor. xp wordü tanımamakta. hal böyleyken laia, internet cafelerde, çocukların pc oyunlarının gürültüsü eşliğinde sınırlı pc bilgisiyle, tezi pdf'e dönüştürme kirzleri geçirirken, sağolsun c. arar, gel der halledelim, a. yanımda, onda a. hocanın odasının anahtarı var onun pcsinde program zaten yüklü üç dakikalık iş. evet burada dördüncü öneri: DOSTLARINIZIN YARDIM ÖNERİLERİNİ REDDETMEYİN, ONLARI SON DAKİKADA KABUL ETMENİN ÇOK BİR ANLAMI KALMAYABİLİR! çünkü bu iş son derece zor insanı bayan bir iş, etrafta anlayan birileri varsa dünya daha güzel. sağolsun a. hiç tanımaz beni aslında ama böyle bir iyilik yaptı bu sayede işimiz daha bir kolaylaştı.
4. sonuç alarakl tüm bu iki gün içinde ciddi depresyon belirtileri taşınmaya devam edildiği anlaşıldı. misal koştururken orada burada her yalnız kalındığında sebebi bilinmeden dolan gözler, ve okulda ç, ile karşılaşıldığında ya da sonunda c. ile karşılaşıldığında kendini tutamayıp ağlama halleri de yaşandı. ve son öneri: JÜRİYİ GEÇER GEÇMEZ AYNI GÜN İÇİNDE MUTLAKA KUTLAMA YAPIN, YOKSA TEZ TESLİMİ NE İÇİNİZDE KUTLAMA HEVESİ BIRAKIYOR, NE DE CEBİNİZDE KUTLAMA PARASI...
Cuma, Eylül 29, 2006
Çarşamba, Eylül 27, 2006
bol süprizli güzel bir gün
evet bugün büyük gündü, aylardır süren iç sıkıntısının sonucunun alınacağı gündü, alındı ama ben en başından başlayıp anlatıp, tadını çıkarmak istemekteyim.
sabah geceki huzursuz uykunun uyuyamama uyuduğunda da kabus görme hallerinin doğal sonucu olarak erkenden uyandım. evin içinde kahveydi sigaraydı derken vakit öldürüp gevşemek için müzik dinlerken, defalarca çıkarılmış tez özetinin yetersiz olduğuna karar verip saat 10 civarında yeni bir tane daha tez özeti çıkarmaya başladım. haklısınız abartmışım ama o ruh halinden anlaşılmıyor ki o anda elimdeki özetler o kadar saçma geldi ki. neyse efenim saat 11.15 civarında özet işi tamamlanmıştı. anlaşılan o ki özet çıkarma konusunda iyi bir deneyimim varmış. hazırlandım. bu arada hazırlanırken günün ilk güzel süprizi stumbledan geldi, stumble tuşuna bastım ve karşıma yürüyen şato filminin sitesi çıktı, üstelik film müziği kesintisiz olarak çalıyordu, evden çıkana kadar pcyi kapatmadım onu dinledim ve dedim ki o kadar kötü bir gün olmayabilir belki bugün. ikinci güzel süpriz ise ö.'den geldi. aradı, ben de geleceğim jürine arabayla alacağım seni dedi. üçüncüsü a. aradı s. hoca beni de alacak ben de geliyorum jürine dedi. ben böyle bir duygusallık bir gözlerim dolu dolu, evden çıkacakken ç. mesaj çekti, gelemiyeceğim hastayım ama yanındayım diye. evden çıktım, apartmanın girişinde postacı ile karşılaştım. hiç alışkanlığım olmadığı halde laia mysteria'a bişi var mı dedim ve evet vardı hem de kocaman bir zarf bir baktım günün beşinci süprizi. kardeş taaa uzaklardan ablasına doğum günü hediyesi yapmış erken göndermiş, ablanın en çok ihtiyacı olan günde eline ulaşmış: meleyen tatlı bir kuzu. bir de kart yazmış ki zaten dolu olan gözlerden düşüverdi damlalar.
ö. geldi, beni rahatlatmak için nasıl tatlı tatlı sohbet ediyordu, normalde olsa panik yapacağı halde yönü değişen yollara rağmen beni okula yetiştirdi. tez danışmanımın yanına gittim, a. hoca oradaydı, s. hoca yoldaydı, beklemeye başladım, c. geldi ben rahatlayım diye çırpındı, a. geldi bana çokomel almış, ö. zaten yanımdaydı, neyse uzatmadan jüri başladı. ben sunuşuma başladım, sonra a. hoca eleştirilerini dile getirdi ki, söyledikleri o kadar anlamlıydı ki, tezi geçmeseydim de bugün çok güzel bir gün olarak tarihe geçecekti benim için. bana dedi ki, seni hiç tanımasaydım, bu tez iyi olmuş der geçerdim ama seni biliyorum, senin hayatla bir derdin var, ayrıca da güzel bir ruhun var, niye kendini katmaktan imtina ettin bu teze, niye sen yoksun, niye bu kadar kuru bir metin yazdın? ben ne senin hayatla olan derdini ne de ruhunu görebildim tezde, anlaşılan o ki, çok sıkmışsın kendini. ardından tez danışmanım bu tez danışmansız yazılmıştır, laia bunu tek başına yazdı dedi. s. hoca tek başına böyle bir konuda betimleyici bir tez yazmak da takdire şayan dedi. tabi ben bu arada öyle bir mutlulukla karışmış kendinle gurur duyma haline girdim ki anlatamam.
bugünün en güzel kısmı sanırım, bunca yıllık yaşamla kurduğum ilişkinin birileri tarafından izlendiğini, hatta takdir edildiğini ve umudun da tam da bundan kaynaklandığını bana göstermesi oldu. galiba dünyayı değiştirme konusunda daha önce bahsettiğim hocamın söylediği doğruymuş, çünkü a. hoca beni 3 yıldır hiç görmüyor, hatta tez jürisine dahil olmaktan da hiç hoşnut olmadığını bana açıkça söyledi, ama bir şekilde takip etmiş, ya da zaten eskiden yapıp ettiklerim onun üzerinde böylesi bir izlenim bırakmış. bu nasıl bir duygu ya dilin sınırlayıcılığı bir kez daha açığa çıkıyor, sözcükler yetmiyor. güzel bir gündü, hem de hiç beklemediğim kadar güzeldi.
son olarak sanırım bahtsız bedevi sıfatını kendim için kullanmaktan vazgeçmem gerekiyor, zaten dün de yazdıklarımı okuyunca bahtsız bedevinin uymadığını düşünmüştüm. şimdilik bu kadar...
sabah geceki huzursuz uykunun uyuyamama uyuduğunda da kabus görme hallerinin doğal sonucu olarak erkenden uyandım. evin içinde kahveydi sigaraydı derken vakit öldürüp gevşemek için müzik dinlerken, defalarca çıkarılmış tez özetinin yetersiz olduğuna karar verip saat 10 civarında yeni bir tane daha tez özeti çıkarmaya başladım. haklısınız abartmışım ama o ruh halinden anlaşılmıyor ki o anda elimdeki özetler o kadar saçma geldi ki. neyse efenim saat 11.15 civarında özet işi tamamlanmıştı. anlaşılan o ki özet çıkarma konusunda iyi bir deneyimim varmış. hazırlandım. bu arada hazırlanırken günün ilk güzel süprizi stumbledan geldi, stumble tuşuna bastım ve karşıma yürüyen şato filminin sitesi çıktı, üstelik film müziği kesintisiz olarak çalıyordu, evden çıkana kadar pcyi kapatmadım onu dinledim ve dedim ki o kadar kötü bir gün olmayabilir belki bugün. ikinci güzel süpriz ise ö.'den geldi. aradı, ben de geleceğim jürine arabayla alacağım seni dedi. üçüncüsü a. aradı s. hoca beni de alacak ben de geliyorum jürine dedi. ben böyle bir duygusallık bir gözlerim dolu dolu, evden çıkacakken ç. mesaj çekti, gelemiyeceğim hastayım ama yanındayım diye. evden çıktım, apartmanın girişinde postacı ile karşılaştım. hiç alışkanlığım olmadığı halde laia mysteria'a bişi var mı dedim ve evet vardı hem de kocaman bir zarf bir baktım günün beşinci süprizi. kardeş taaa uzaklardan ablasına doğum günü hediyesi yapmış erken göndermiş, ablanın en çok ihtiyacı olan günde eline ulaşmış: meleyen tatlı bir kuzu. bir de kart yazmış ki zaten dolu olan gözlerden düşüverdi damlalar.
ö. geldi, beni rahatlatmak için nasıl tatlı tatlı sohbet ediyordu, normalde olsa panik yapacağı halde yönü değişen yollara rağmen beni okula yetiştirdi. tez danışmanımın yanına gittim, a. hoca oradaydı, s. hoca yoldaydı, beklemeye başladım, c. geldi ben rahatlayım diye çırpındı, a. geldi bana çokomel almış, ö. zaten yanımdaydı, neyse uzatmadan jüri başladı. ben sunuşuma başladım, sonra a. hoca eleştirilerini dile getirdi ki, söyledikleri o kadar anlamlıydı ki, tezi geçmeseydim de bugün çok güzel bir gün olarak tarihe geçecekti benim için. bana dedi ki, seni hiç tanımasaydım, bu tez iyi olmuş der geçerdim ama seni biliyorum, senin hayatla bir derdin var, ayrıca da güzel bir ruhun var, niye kendini katmaktan imtina ettin bu teze, niye sen yoksun, niye bu kadar kuru bir metin yazdın? ben ne senin hayatla olan derdini ne de ruhunu görebildim tezde, anlaşılan o ki, çok sıkmışsın kendini. ardından tez danışmanım bu tez danışmansız yazılmıştır, laia bunu tek başına yazdı dedi. s. hoca tek başına böyle bir konuda betimleyici bir tez yazmak da takdire şayan dedi. tabi ben bu arada öyle bir mutlulukla karışmış kendinle gurur duyma haline girdim ki anlatamam.
bugünün en güzel kısmı sanırım, bunca yıllık yaşamla kurduğum ilişkinin birileri tarafından izlendiğini, hatta takdir edildiğini ve umudun da tam da bundan kaynaklandığını bana göstermesi oldu. galiba dünyayı değiştirme konusunda daha önce bahsettiğim hocamın söylediği doğruymuş, çünkü a. hoca beni 3 yıldır hiç görmüyor, hatta tez jürisine dahil olmaktan da hiç hoşnut olmadığını bana açıkça söyledi, ama bir şekilde takip etmiş, ya da zaten eskiden yapıp ettiklerim onun üzerinde böylesi bir izlenim bırakmış. bu nasıl bir duygu ya dilin sınırlayıcılığı bir kez daha açığa çıkıyor, sözcükler yetmiyor. güzel bir gündü, hem de hiç beklemediğim kadar güzeldi.
son olarak sanırım bahtsız bedevi sıfatını kendim için kullanmaktan vazgeçmem gerekiyor, zaten dün de yazdıklarımı okuyunca bahtsız bedevinin uymadığını düşünmüştüm. şimdilik bu kadar...
Pazartesi, Eylül 25, 2006
Bahtsız Bedevinin Maceraları 27.yıl 354.- 359.günler
efendim en nihayetinde tatile gittim. ilk gün güneşli bir hava ama dalgalı bir deniz karşıladı beni, güzeldi, yüzdüm bol bol denizin gitmemi buyurduğu yöne doğru tabi, karşı gelmek pek mümkün değildi, kızgındı sanırım çok boşladım onu diye. neyse efenim kendimizi dünyanın merkezine yerleştirmeden, eylül'ün sonunda antalya'da fırtına varken denizin dalgalı olması normal. yüzüldü, sahilde uyundu, otel çalışanları ile alman turistlerle sohbet edildi. erkeklerle flört etmenin tadı özlenmiş o anlaşıldı. hayatta insan sadece çalışıyorum ayağına pc başında oturup ağlamıyormuş, bu da anlaşıldı. bol bol yemek yendi, çok lazımmış gibi.evet kısa ve güzeldi diye bitirebileceğim bir dinlencenin içindeyken,kendimi tam da rutin bir gevşeme ve rahatlık haline bırakmışken. yağmurlu hava son günde beni tuhaf düşüncelere sevk etti. bu nasıl cümle offff.
son gün sabah 06.30 civarında uyandım çünkü üşüyordum, e tabi insanın bir gün önce güneşlenirken birden böyle üşüyerek uyanması tuhaftı. baktım, hafif bir yağmur, sonra deniz dümdüz çarşaf gibi, ve tabi gökkuşağı. hemen giydim mayomu fırladım sahile, o kadar güzeldi ki, su sıcaktı hava serin tepemde gökkuşağı, ne güzel yaşamak diye düşünürken, annenin sesi beni zorla sahile çıkardı. neymiş efendim, yıldırım düşermiş başıma. yani anlaşılan o ki benim paranaoyaklığım sadece solculuğumla ilgili değil, genetik etkenler de var, gerçi anne de solcu. hayır yani bir yandan da kadın çocuğunu ve onun talihini öyle iyi biliyor ki, başına yıldırım düşecek diye endişeleniyor. neyse başıma yıldırım düşmedi, ama iyi ki anne denizden çıkarmış, çünkü yağmur birden hızlandı, deniz dalgalandı ve yıldırımları izlemek mümkün hale geldi. kahvaltıya gittiğimde bütün almanlar eski zamanlara özgü bir toplumsal kahraman ölmüşcesine ağlamaklı yas ifadeleriyle, bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izliyorlardı. kahvaltı sonrasında hemen hemen hepsi lobiye tıkıldılar. lobi sabah saat 10dan itibaren kanyak içen, ve ikinci kadehten sonra kırmızı suratlarına hafif bir gülümseme yayılmış almanlar, ve onlara içki yetiştirmeye çalışan garsonlarla dolmuştu, o kadar ki insan merdivenlere mermerlere falan oturuyorlardı. ben de böyle tuhaf bir kalabalığa dahil olmanın bana katacağı deneyimi göz ardı ederek, dışarıya yağmura çıktım, tabi açık havada cep telefonu ile konuşmayacağıma, dolayısıyla yıldırımları kendime çekmeyeceğime dair anneye söz verdikten sonra.
sahile gittim, üzerimde otelin çalışanları için yaptırttığı her yerinde otelin adı yazan bir yağmurluk, kulağımda kulaklık öyle kendi kendime sahilde yürüdüm. derken sahilde benim yağmurluğumun aynısına sahip 40lı yaşlarda biriyle karşılaştım, haliyle gülümsedik birbirimize, cebinden kanyak şişesi çıkarttı abi, (ilginçtir benim çok uzun süre aşık olduğum bir adam vardı onunla da muhabbetimiz böyle başlamıştı, karlı bir ankara gününde cebinden suratında aynı gülümseyişle kanyağını çıkarıp benimle paylaşmıştı, elbette farklı olan bu hikayenin bir aşk hikayesi olmaması en azından öyle bir hikaye olsa bile, kanyağı ikram edenin ile edilen arasındaki bir aşka dair değil.) tabi dedim büyük keyifle, adı güntermiş. sohbet etmeye başladık, güzel olan kakara kikuru bir muhabbetten ziyade sakin sesiz arada sırada sessizliğin bozulduğu ama sonra kendini yeniden gösterdiği birlikte yürümeydi. sonra yağmur atık iyice abartınca bir tentenin altına sığındık orada bana hikayesini anlattı.
10 yıldır her sene side'ye bu otele gelirmiş, beni de zaten daha önceden görmüşlüğü varmış, (otel annenin yakın arkadaşına ait, ben de hemen hemen her yaz ordayımdır). büyük bir aşkla bahsettiği karısı çok sevdiği için buraya gelirlermiş. tabi ki her zamanki patavatsızlığımla ben çocuğunuz var mı eşiniz çalışıyor heralde gibi manasız cümleler kurunca, adamın gözlerinde bir hüzün, meğer, karısı ve oğlu 6 ay önce trafik kazasında ölmüş, o da kendi yorumuyla kendisine acı çektirmek için buralara gelmiş. içim ezildi tabi yağmur sanki daha da bir çoğaldı hava daha da bir karardı, ne diyeceğimi bilmedim, sonra tuhaf bir enerjiyle ona yüzüklerin efendisinden bir şeyler anlattım( tatil boyunca kaçıncı kez olduğunu bilmeden kardeşe soracak olursak 855. kez yüzüklerin efendisini okuyordum)ilginç, duymuş ama hiç okumamış filmi de izlememiş, ama merak etti hikayeyi ben de almancamın yettiği kadarıyla, baştan sona anlattım hikeyeyi hoşuna gitti. herşeye rağmen devam eden hayattan hoşlanmadığına dair bir şeyler diyordu ki, gök gürledi ama nasıl bir gürleme ikimiz de korkudan altımıza yapıyorduk. güldüm, evet dedim hayat herşeye rağmen devam ediyor ve her türlü sıkıntı bir şekilde bizi terk ediyor, bu kötü olarak da nitelendirilebilir, ama sanki bir yandan da bu niteleme gidenlerden çok kendi ölümümüzle baş edememekten de kaynaklanır. evet adamcağız gayet kibardı böyle bir abuklamaya güldü haklısınız belki de dedi. saate baktık, öğle yemeği saatini kaçırmışız, hadi dedi kanyak da bitti gidelim bir yerlerde yemek yiyelim. olur dedim, güzel bir balıkçııya gittik daha önce kuzenimle gitmiştim ben o da karısı ile gelmiş, balıklarımızı yedik, sonra hapşurukların sayısı artınca otele dönelim dedim, ya da dedim ben kaçayım, hayır dedi haklısınız kalktık, odama gittiğimde, otel idaresinin odalara dağıttığı yorganın altında güzel bir uyku çektim.
ayrılmadan önce şöyle bir etrafıma bakındım ama göremedim, aslında büyük olasılıkla sahildeydi, ama gitmek istemedim yanına. şimdi yeniden ankara'dayım, kafamı bu düşüncelerde uzaklaştırıp teze dönmek zorundayım, yarın jüri var, evet efenim ben geldim, ve yine bu keşmekeşin içindeyim, neyse baklalım geçebilecek miyiz. endişeli değilim, fazla gevşedim heralde. ya da bunca acının içinde sanki dünyanın bütün yükü benim omzumdaymış gibi asılsız bir ruh halinin anlamı yok,anladım. yoksa büyüyor muyum?
bahtsız bedevinin maceraları devam edecek...
son gün sabah 06.30 civarında uyandım çünkü üşüyordum, e tabi insanın bir gün önce güneşlenirken birden böyle üşüyerek uyanması tuhaftı. baktım, hafif bir yağmur, sonra deniz dümdüz çarşaf gibi, ve tabi gökkuşağı. hemen giydim mayomu fırladım sahile, o kadar güzeldi ki, su sıcaktı hava serin tepemde gökkuşağı, ne güzel yaşamak diye düşünürken, annenin sesi beni zorla sahile çıkardı. neymiş efendim, yıldırım düşermiş başıma. yani anlaşılan o ki benim paranaoyaklığım sadece solculuğumla ilgili değil, genetik etkenler de var, gerçi anne de solcu. hayır yani bir yandan da kadın çocuğunu ve onun talihini öyle iyi biliyor ki, başına yıldırım düşecek diye endişeleniyor. neyse başıma yıldırım düşmedi, ama iyi ki anne denizden çıkarmış, çünkü yağmur birden hızlandı, deniz dalgalandı ve yıldırımları izlemek mümkün hale geldi. kahvaltıya gittiğimde bütün almanlar eski zamanlara özgü bir toplumsal kahraman ölmüşcesine ağlamaklı yas ifadeleriyle, bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izliyorlardı. kahvaltı sonrasında hemen hemen hepsi lobiye tıkıldılar. lobi sabah saat 10dan itibaren kanyak içen, ve ikinci kadehten sonra kırmızı suratlarına hafif bir gülümseme yayılmış almanlar, ve onlara içki yetiştirmeye çalışan garsonlarla dolmuştu, o kadar ki insan merdivenlere mermerlere falan oturuyorlardı. ben de böyle tuhaf bir kalabalığa dahil olmanın bana katacağı deneyimi göz ardı ederek, dışarıya yağmura çıktım, tabi açık havada cep telefonu ile konuşmayacağıma, dolayısıyla yıldırımları kendime çekmeyeceğime dair anneye söz verdikten sonra.
sahile gittim, üzerimde otelin çalışanları için yaptırttığı her yerinde otelin adı yazan bir yağmurluk, kulağımda kulaklık öyle kendi kendime sahilde yürüdüm. derken sahilde benim yağmurluğumun aynısına sahip 40lı yaşlarda biriyle karşılaştım, haliyle gülümsedik birbirimize, cebinden kanyak şişesi çıkarttı abi, (ilginçtir benim çok uzun süre aşık olduğum bir adam vardı onunla da muhabbetimiz böyle başlamıştı, karlı bir ankara gününde cebinden suratında aynı gülümseyişle kanyağını çıkarıp benimle paylaşmıştı, elbette farklı olan bu hikayenin bir aşk hikayesi olmaması en azından öyle bir hikaye olsa bile, kanyağı ikram edenin ile edilen arasındaki bir aşka dair değil.) tabi dedim büyük keyifle, adı güntermiş. sohbet etmeye başladık, güzel olan kakara kikuru bir muhabbetten ziyade sakin sesiz arada sırada sessizliğin bozulduğu ama sonra kendini yeniden gösterdiği birlikte yürümeydi. sonra yağmur atık iyice abartınca bir tentenin altına sığındık orada bana hikayesini anlattı.
10 yıldır her sene side'ye bu otele gelirmiş, beni de zaten daha önceden görmüşlüğü varmış, (otel annenin yakın arkadaşına ait, ben de hemen hemen her yaz ordayımdır). büyük bir aşkla bahsettiği karısı çok sevdiği için buraya gelirlermiş. tabi ki her zamanki patavatsızlığımla ben çocuğunuz var mı eşiniz çalışıyor heralde gibi manasız cümleler kurunca, adamın gözlerinde bir hüzün, meğer, karısı ve oğlu 6 ay önce trafik kazasında ölmüş, o da kendi yorumuyla kendisine acı çektirmek için buralara gelmiş. içim ezildi tabi yağmur sanki daha da bir çoğaldı hava daha da bir karardı, ne diyeceğimi bilmedim, sonra tuhaf bir enerjiyle ona yüzüklerin efendisinden bir şeyler anlattım( tatil boyunca kaçıncı kez olduğunu bilmeden kardeşe soracak olursak 855. kez yüzüklerin efendisini okuyordum)ilginç, duymuş ama hiç okumamış filmi de izlememiş, ama merak etti hikayeyi ben de almancamın yettiği kadarıyla, baştan sona anlattım hikeyeyi hoşuna gitti. herşeye rağmen devam eden hayattan hoşlanmadığına dair bir şeyler diyordu ki, gök gürledi ama nasıl bir gürleme ikimiz de korkudan altımıza yapıyorduk. güldüm, evet dedim hayat herşeye rağmen devam ediyor ve her türlü sıkıntı bir şekilde bizi terk ediyor, bu kötü olarak da nitelendirilebilir, ama sanki bir yandan da bu niteleme gidenlerden çok kendi ölümümüzle baş edememekten de kaynaklanır. evet adamcağız gayet kibardı böyle bir abuklamaya güldü haklısınız belki de dedi. saate baktık, öğle yemeği saatini kaçırmışız, hadi dedi kanyak da bitti gidelim bir yerlerde yemek yiyelim. olur dedim, güzel bir balıkçııya gittik daha önce kuzenimle gitmiştim ben o da karısı ile gelmiş, balıklarımızı yedik, sonra hapşurukların sayısı artınca otele dönelim dedim, ya da dedim ben kaçayım, hayır dedi haklısınız kalktık, odama gittiğimde, otel idaresinin odalara dağıttığı yorganın altında güzel bir uyku çektim.
ayrılmadan önce şöyle bir etrafıma bakındım ama göremedim, aslında büyük olasılıkla sahildeydi, ama gitmek istemedim yanına. şimdi yeniden ankara'dayım, kafamı bu düşüncelerde uzaklaştırıp teze dönmek zorundayım, yarın jüri var, evet efenim ben geldim, ve yine bu keşmekeşin içindeyim, neyse baklalım geçebilecek miyiz. endişeli değilim, fazla gevşedim heralde. ya da bunca acının içinde sanki dünyanın bütün yükü benim omzumdaymış gibi asılsız bir ruh halinin anlamı yok,anladım. yoksa büyüyor muyum?
bahtsız bedevinin maceraları devam edecek...
Salı, Eylül 19, 2006
oldu işte yine oldu, yine beceremedim rol yapmasını yine ağladım sokakta, hem bir de bu sefer tek başına ağlarken anneme yakalandım, şimdi tutturdu gidiyorsun sen buralardan diye, bilmiyorum off ya yeter gerçekten artık yeter. hiç bu kadar kızmamıştım kendime hiç bu kadar mutsuz da olmadım galiba, gidiyorum öyle görünüyor, annem devrim yaptı, ne kadar zor ya, kadın yıllarca uğraşsın didinsin, sonra sokakta yalnız başına ağlarken görsün. toparlanmak lazım acilen toparlanmak lazım. yanına gidip geyik yaptım az önce ama yutmadı.
a. yavrum yazık kendini unuttu bugün ben öyle sayla sümük ağlarken,kardeş aradı ağlayacağım diye korkudan soğuk yaptım azar attım. bu halden bir çıksam ben ya bir şekilde. sihirli değnek mi lazım ne lazım. kadim bir dostum bana sen hiç yanılmaz mısın hep mi, doğru tahlil yaparsın demişti, fena halde yanılıyorum dolicim, fena halde yanlış yapıyorum, ve fena halde 16 yaşında olmak istiyorum. doli ve s. ile 40 dakika içinde bir 35lik votka içip din dersine sarhoş girmek istiyorum. ya da t.'ye sarhoş olup torbanın içine ağladığı için gülmek, doli bir kazan suyu annemlerin eve gelmesine 1 saat kala girişteki halının üzerine döktü diye bayılmak istiyorum. gelecek kaygısı bana göre değil, onunla başedemiyorum, bir an önce bu kaygıdan kurtulmak istiyorum.
a. yavrum yazık kendini unuttu bugün ben öyle sayla sümük ağlarken,kardeş aradı ağlayacağım diye korkudan soğuk yaptım azar attım. bu halden bir çıksam ben ya bir şekilde. sihirli değnek mi lazım ne lazım. kadim bir dostum bana sen hiç yanılmaz mısın hep mi, doğru tahlil yaparsın demişti, fena halde yanılıyorum dolicim, fena halde yanlış yapıyorum, ve fena halde 16 yaşında olmak istiyorum. doli ve s. ile 40 dakika içinde bir 35lik votka içip din dersine sarhoş girmek istiyorum. ya da t.'ye sarhoş olup torbanın içine ağladığı için gülmek, doli bir kazan suyu annemlerin eve gelmesine 1 saat kala girişteki halının üzerine döktü diye bayılmak istiyorum. gelecek kaygısı bana göre değil, onunla başedemiyorum, bir an önce bu kaygıdan kurtulmak istiyorum.
Pazartesi, Eylül 18, 2006
dolicim beni deşifre etmiş, bir de kızma demiş, kızar mıyım hiç, ama keşke etmeseymiş;)
neyse efenim hala tez jürisini bir araya getirme işini beceremedim, ve her beceremeyiş benim tatilimden yemekte. yani bir gitsek iyi olurdu, bu işi niye istediğimi falan hatırlardım, şimdi o kadar umursamıyorum ki jüri tezi reddetse bile olurmuş gibi geliyor, hatta belki öylesi daha iyi olur ben de sıkışınca başka bir istihdam olnağı düşünürüm. yalan ya bu da yalan, git kızım tatile artık git bir kafanı suya sok, bir deniz falan gör, biraz yaşama enerjisi topla, bırakma kendini.
bugünün iç sıkıntılarına neden olabilecek bir başka haber de kardeşten geldi, evini dayamış döşemiş yerleşmiş, her yer çok güzel olmuş, önce çok sevindim, nihayet kalacak yer sıkıntısını çözdü diye. ardından benim klacak yer sıkıntım aklıma gelince, ve hiç bir zaman çözülemeyecek gibi duran kalacak yer sıkıntım, kendime ait bir alan sıkıntısı, kıskançlık duygusu kendini gösterdi. evet kıskandım hem de 28 yaşında deli gibi kıskandım onu. en azından 1 sene kendi evinde yaşamanın tadına varacak benim bi tanem. benim ise kimbilir ne zaman??? ciddi ciddi çaresizlik duygusu içindeyim.
ama sonra benim bu tez depresyonunun tezle doğrudan alakalı olmadığını düşünürken, askerden yeni dönmüş bir arkadaşımla karşılaştım. ve kendimi dünyanın en şımarık insanı gibi hissettim, aylardır döktüğüm gözyaşları tüm kendime acımalarım, mutsuzluğum onun anlattıklarının yanında o kadar manasız kaldılar ki. evet biliyorum insan sadece kendi yaşadıklarını bilir, ve herhangi birinin yaşadığı bir diğerinin yaşadığı ile karşılaştırılamaz. ama yine de benim bütün bu zırlamalarım sırasında hiç kimse beni önce hakkını helal et deyip, sonra da tek başıma zifiri karanlıkta nöbete dikmedi, ya da biri bana aileme küfrettiğinde emredersiniz cavabını vermek zorunda kalmadım. militarizme karşı yapılabilecek ne var diye düşündüm, yani gerçekten etki yaratacak, başka sevdiklerimin gitmesini kesin bir şekilde engelleyecek bulamadım aklıma bir şey gelmedi.
bir hocam düşünerek dünyayı değiştiremezsiniz, çünkü akıl da bu dünyanın içinden gelişir beslenir demişti. dünyayı değiştirmenin yolu eylemdir demişti. şık bir tespit midir? yoksa hakikatin kendisi midir? ben ikinciyi tercih etmek durumundayım sanırım, en azından bir şekilde devam etmek için.
neyse efenim hala tez jürisini bir araya getirme işini beceremedim, ve her beceremeyiş benim tatilimden yemekte. yani bir gitsek iyi olurdu, bu işi niye istediğimi falan hatırlardım, şimdi o kadar umursamıyorum ki jüri tezi reddetse bile olurmuş gibi geliyor, hatta belki öylesi daha iyi olur ben de sıkışınca başka bir istihdam olnağı düşünürüm. yalan ya bu da yalan, git kızım tatile artık git bir kafanı suya sok, bir deniz falan gör, biraz yaşama enerjisi topla, bırakma kendini.
bugünün iç sıkıntılarına neden olabilecek bir başka haber de kardeşten geldi, evini dayamış döşemiş yerleşmiş, her yer çok güzel olmuş, önce çok sevindim, nihayet kalacak yer sıkıntısını çözdü diye. ardından benim klacak yer sıkıntım aklıma gelince, ve hiç bir zaman çözülemeyecek gibi duran kalacak yer sıkıntım, kendime ait bir alan sıkıntısı, kıskançlık duygusu kendini gösterdi. evet kıskandım hem de 28 yaşında deli gibi kıskandım onu. en azından 1 sene kendi evinde yaşamanın tadına varacak benim bi tanem. benim ise kimbilir ne zaman??? ciddi ciddi çaresizlik duygusu içindeyim.
ama sonra benim bu tez depresyonunun tezle doğrudan alakalı olmadığını düşünürken, askerden yeni dönmüş bir arkadaşımla karşılaştım. ve kendimi dünyanın en şımarık insanı gibi hissettim, aylardır döktüğüm gözyaşları tüm kendime acımalarım, mutsuzluğum onun anlattıklarının yanında o kadar manasız kaldılar ki. evet biliyorum insan sadece kendi yaşadıklarını bilir, ve herhangi birinin yaşadığı bir diğerinin yaşadığı ile karşılaştırılamaz. ama yine de benim bütün bu zırlamalarım sırasında hiç kimse beni önce hakkını helal et deyip, sonra da tek başıma zifiri karanlıkta nöbete dikmedi, ya da biri bana aileme küfrettiğinde emredersiniz cavabını vermek zorunda kalmadım. militarizme karşı yapılabilecek ne var diye düşündüm, yani gerçekten etki yaratacak, başka sevdiklerimin gitmesini kesin bir şekilde engelleyecek bulamadım aklıma bir şey gelmedi.
bir hocam düşünerek dünyayı değiştiremezsiniz, çünkü akıl da bu dünyanın içinden gelişir beslenir demişti. dünyayı değiştirmenin yolu eylemdir demişti. şık bir tespit midir? yoksa hakikatin kendisi midir? ben ikinciyi tercih etmek durumundayım sanırım, en azından bir şekilde devam etmek için.
Perşembe, Eylül 14, 2006
iç sıkıntısı
ne yapmam gerektiğini kestiremediğim hallerden nefret ediyorum. yaşam enerjisi dediğimiz şeyin kaynağı nedir bilmiyorum ama benimki için ciddi bir azalmanın söz konusu olduğunun farkındayım. bir yandan da civarımdaki herkesin yaptığı yanlışları, enerjiyi çoğaltacak şeylerden ziyade bu enerji azaltmaya yönelik davranışlarını da görüyorum,sonra acaba ben de onlar gibi miyim sorusu ile kendini gösterdiğinde hiç kimsenin bir diğerinden daha farklı yaşamadığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyorum. ama her zaman yetemiyorum her zaman aynı değilim, ve bunu anlatmak bile anlamsız aslında. yorgunluktan mı, bir türlü gelmek bilmek regl yüzünden hormonlarımın bana oynadığı bir oyunun etkisiyle mi böyle hissettiğimi bilmiyorum. işte kadın olma hali her daim zor oluyor galiba. bir yandan da merak ediyorum, bizim ilkel toplum dediğimiz, toplumlarda yaşayan kadınlar da bu kadar deliriyorlar mıydı regl dönemlerinde? hormonların değiştiği ve daha hassas olunduğu regl öncesi için biyolojik gerçek olmakla beraber, sanki artık yeniden modern olarak adlandırılmaya başlanmış toplumlarda bir tür toplumsal cinnete paralel bir depresyona işaret ediyor. cümleye bak ne demek istedin yavrum bu cümleyle ne yazma amacıyla oturdun pc'nin başınma yazdığına bak OFFFF çok sıkıcı oluyorum bazen ben de farkındayım. ama sanırım meseleleri toplumsal düzeyden soyutlayarak analiz etme yetimi çoktan unutmuşum, bu da sorunlardan kaçmanın solcu versiyonu sanırım.
benim asıl demeye çalıştığım yaşama dair hissettiğim bıkkınlık duygusu ile başetmekte güçlük çektiğim, ve bu durumda uzaklarda ailesini ve sevgilisini deli gibi özleyen kardeşime söylediklerimin, çevremdeki yakın arkadaşlarımın depresyonlarını hafiletebilmek için söylediğim her umut dolu cümleciğin aslında içi boş cümleler olduklarını itiraf etmem gerekiyor. neyseki henüz kimsecikler bilmiyor bu sayfayı, ama işin aslı bazen ben de gerçekten inanıyorum söylediklerime, ama sonra savaşa, ama sonra komplekslere çarpıyorum. ilk defa çarpmıyorum bunlara elbette, bu ruh hali zorlanıyor artık sanırım, bir gitsem evet sanırım bir süre ara vermem lazım, içim sıkılıyor, düşünmek yoruyor artık, gelecek kaygısı denilen nane bana iyi gelmedi, insan 26sından sonra gelecek kaygısı yaşarsa olacağı budur işte, çok geçtir herşey için geriye sadece depresyon kalır. yaşam için bir şey yapmalıyım. ve sanırım bunu minimize gündelik umutlarla becermem gerekecek,zira büyük umutların yıkıntısı daha büyük oluyor.
benim asıl demeye çalıştığım yaşama dair hissettiğim bıkkınlık duygusu ile başetmekte güçlük çektiğim, ve bu durumda uzaklarda ailesini ve sevgilisini deli gibi özleyen kardeşime söylediklerimin, çevremdeki yakın arkadaşlarımın depresyonlarını hafiletebilmek için söylediğim her umut dolu cümleciğin aslında içi boş cümleler olduklarını itiraf etmem gerekiyor. neyseki henüz kimsecikler bilmiyor bu sayfayı, ama işin aslı bazen ben de gerçekten inanıyorum söylediklerime, ama sonra savaşa, ama sonra komplekslere çarpıyorum. ilk defa çarpmıyorum bunlara elbette, bu ruh hali zorlanıyor artık sanırım, bir gitsem evet sanırım bir süre ara vermem lazım, içim sıkılıyor, düşünmek yoruyor artık, gelecek kaygısı denilen nane bana iyi gelmedi, insan 26sından sonra gelecek kaygısı yaşarsa olacağı budur işte, çok geçtir herşey için geriye sadece depresyon kalır. yaşam için bir şey yapmalıyım. ve sanırım bunu minimize gündelik umutlarla becermem gerekecek,zira büyük umutların yıkıntısı daha büyük oluyor.
Salı, Eylül 12, 2006
gel git li ruh halleri içinde, yaşamaya devam, bunlar sonra da düzenli günlük tutulacak , unutulmuyacak yaşananlar.
tez bitti, hiç bitmeyecekmiş gibiydi bitti, biterken depresyonu da bitirir diye umut ediyordum, ama sadece rol yapma yeteneğimi arttırdı, en azından sokak ortasında ağlamıyorum artık. aslında bu da yalan, iyi hissediyorum kendimi ara sıra ama bir tuhaf manasız hüzün ile başetme gayreti içinde rol yapıyorum. kafamın ne ara bu kadar karıştığını ne zaman kendimi bir tür girdapın içinde bulduğuma dair de bir fikrim yok.
sanırım tatil yapmam lazım eğer mümkün olabilirse...
yani aslında ne yapmam gerektiğine dair söylediğim düşündüğüm herşey boğuyor beni bir süre sonra
üzgün müyüm, bilmem nedir bu kadar karmaşık hele getiren yaşamı...
bugün heralde gazetede okudum emin değilim, picasso'nun guernica tablosuna ilişkin bir şeyler, sonra o köyün bir resmini daha buldum netten, büyük ihtimalle hava saldırısından önceki halini resmetmek istemiş birileri. hoşuma gitti. guernica'yı savaşın ve katliamın örneği simgesi haline gelmesinden iyidir didye düşündüm. ancak bir yandan da yaşananı yok saymak da tehlikeli, bilmiyorum, bu kafa karışıklığı ile yazmamak lazım sanırım, şimdi gidiyorum.
tez bitti, hiç bitmeyecekmiş gibiydi bitti, biterken depresyonu da bitirir diye umut ediyordum, ama sadece rol yapma yeteneğimi arttırdı, en azından sokak ortasında ağlamıyorum artık. aslında bu da yalan, iyi hissediyorum kendimi ara sıra ama bir tuhaf manasız hüzün ile başetme gayreti içinde rol yapıyorum. kafamın ne ara bu kadar karıştığını ne zaman kendimi bir tür girdapın içinde bulduğuma dair de bir fikrim yok.
sanırım tatil yapmam lazım eğer mümkün olabilirse...
yani aslında ne yapmam gerektiğine dair söylediğim düşündüğüm herşey boğuyor beni bir süre sonra
üzgün müyüm, bilmem nedir bu kadar karmaşık hele getiren yaşamı...
bugün heralde gazetede okudum emin değilim, picasso'nun guernica tablosuna ilişkin bir şeyler, sonra o köyün bir resmini daha buldum netten, büyük ihtimalle hava saldırısından önceki halini resmetmek istemiş birileri. hoşuma gitti. guernica'yı savaşın ve katliamın örneği simgesi haline gelmesinden iyidir didye düşündüm. ancak bir yandan da yaşananı yok saymak da tehlikeli, bilmiyorum, bu kafa karışıklığı ile yazmamak lazım sanırım, şimdi gidiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)