Cuma, Aralık 29, 2006

flaş flaş flaş şok haber son dakika flaş flaş flaş

fuzuli haber ajansından geçen son dakika haberi: laia mysteria iş buldu. olayın şokunu atlatmak için de doli incapax'ın bürosuna sığındı. fuzuli haber ajansı muhabirinin telefonla görüştüğü laia mysteria, bu şok gelişmenin hayatında yaratacağı değişiklikle baş ederken zorlanacağının bilincinde olduğunu, ancak yetişkin dünyasına geç de olsa kabulünün mutluluğunu yaşadığını bildirdi.

ps1: bu satırlar doliciğimin bürosunda yazılmıştır.
ps2: alimunyum folyo'nun vaat ettiği biber turşusu, ve kendileri henüz görünmediler.

Çarşamba, Aralık 27, 2006

ah keşke

keşke şu anda anlatacak güzel bir hikayem olsaydı, o kadar anlatasım var ki bir şeyleri. işte şans bu ya yok, uydurma kapasitesi ise alabildiğine sorunlu bu aralar. gerçeklik denilen şey ile - her ne anlama geliyorsa - o kadar bütünleşmiş durumdayım ki, durmadan roman okumak istemekle beraber bir romanın kugusuna dahi katlanamıyorum. beni tanıyan okuyucular bilir bu çok nadir görülen bir semptomdur, benim deliliğim içinde. o kadar nadir ki az önceki cümleyi yazdıktan hemen sonra en son ne zaman roman okuyamadığımı düşündüğümde hatırlayamadım. ilk olmasa gerek böyle bir ruh hali ama yine de benim tanındık bilindik hallerimden biri olmadığı kesin. neler yaptığımı da anlatmak istememekteyim. özet zaten tek bir cümle ile yapılabilir: istihdam sorunuma odaklanmış durumdayım, bunun haricinde bir numaram bulunmamakta. o sorun da inatla ben odaklandıkça bir kördüğüme dönüşmekte.

ben bunları yazarken çok ilginç bir davet aldım: istanbul'da yılbaşı kutlaması... anlatacak mevzu mu çıkacak ne? :)

post no:61


"masumlar ne anlattı yüzlerinde
cennet neyi yitirdikten sonra aradığımız şeydir
içimizdeki boşluk başta nedir ki ölümden
ve bu boşlukta nereye dek gidilebilir"

Çarşamba, Aralık 20, 2006

istanbul seferinin hazin ama tanıdık sonu

sınava gittim. sorular aslında olabildiğince genişti. bir tür ne biliyorsan yaz sorularıydı. yazdım, mülakata dahi çağırmadılar. görünen o ki, benim yaptığım şeyin bu hayatta maddi bir karşılığı yok. manevi karşılığı ise gerçekte (her ne demekse) tamamen insanın kendini kandırabilme kapasitesine bağlı.

batı cephesinde değişen bir şey yok ...

Pazar, Aralık 17, 2006

esinti


"o zamandan beri hayat bir tür oyun gibi geliyor bana. çözülemeyecek hiç bir sorunun olmadığı, sorunlar yoğunlaştığında ise başka bir oyuna geçmenin mümkün olduğu..." annemin şu anda evde misafir ettiği arkadaşı bu cümlelerle bitirdi anlattıklarını. bir hafta önce nerdeyse bir tırın altında kalıyormuş arabası, kendisi de içindeyken. kendimi bildim bileli annemin hayatında olan bu her daim bakımlı her daim rejimde (annemin böreklerini yememeyi başarmış az sayıda insandan biridir kendisi.) teyze, hapur hupur yiyiyor bunları anlatırken. annemin öbür misafiri şu anda rejimde olan ise şaşkınlıkla biraz da anlatılanların etkisiyle bir dilim daha börek yemeyi reddetmenin verdiği pişmanlıkla dinliyor onu. hiç ölümden dönmedim. ama oyun gibi görmek olanı biteni, tanıdık geldi.

resimin adı: yalnızlığın etkileri

Cuma, Aralık 15, 2006

olanlar bitenler esintiler alıntılar vs....

başlık atma konusunda çektiğim sıkıntı artık beni böyle saçmalama noktasına itti. neyse yaratıcılığı zorluyor olmadı numaralandırırım düşünceleri ile avutmaktayım bünyeyi.

ders çalışıyorum sınav için. acaba ne sorulacak merak içindeyim. gerçi, bu kadar geniş bir alanda ne çalışacağımı şamşırmış vaziyette dolanıyorum daha doğru bir ifade olacak. hiç bilmediğin konudan soru çıksa bile sen mevzuyu bağlarsın gibi destekleme amaçlı kurulan cümleler ise tam tersi etki yapıyor, zira şu kafa karışıklığı ile ayakkabılarımı bile bağlayacak durumda değilim, işin aslı. neyse efendim gidilecek görülecek. ama şayet 2006 yılının içine bir de istihdam sorununu çözmeyi de eklersem, bu yılın beni 1 yıldan çok daha fazla -5 yıl olabilir- yaşlandırmış olması gerçeği tartışılmaz bir şekilde üçüncü kişiler tarafından da kabul edilecek. her durumda 2006 yılının son ayında olmak bana iyi geliyor. her kötü şeyin biteceğine dair çocuksu inancımı doğruluyor. esintiler kısmını burada kesip olan bitene geçeyim madem.

noldu? pek bir şey olmadı, ç. de başka bir üniversitede kadroya bşvurdu o da 2006 kadrosu yani bu ay içinde belli olacak. bir bakımışız bizim ortamın kadim işsizleri iş bulmuş, yılbaşına öyle girmiş. ne güzel ama yine buruk. ya da en azından şehir değiştirmekle yüzyüze olan bendeniz açısından.

alıntı yapmaya ise üşenmekteyim şu an itibariylen.

Çarşamba, Aralık 13, 2006

alıntılar

"ruhları güçlendirmekten çok nasıl kıracağını bilenler başkaları için oldukları kadar, kendileri için de katlanılmazlardır." spinoza "ethica"

"kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amaca ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır. her koşulda onları bir arada tutan şey yaşama nefreti, ve hayata karşı beslenen hınçtır." deleuze "spinoza pratik felsefe"

"yaşamıyoruz, sadece yaşamın bir benzerini sürdürüyoruz, sadece ölümden kendimizi nasıl sakınacağımızı düşlüyoruz, ve bütün hayatımız bir ölüm tapıncı." spinoza

Salı, Aralık 12, 2006

7tepe istanbul \ önem & ali



"biz öyle sanıyoruz"


özet yapmak lazım mevzular yine birikti. istanbul'da bir kadro açılmış bunu öğrendim çarşamba günü. cuma son günmüş başvuru için. her daim mevcut karamsarlıkla zaten alınacak bellidir, gitmeyeyim diye düşünürken, perşembe sabahı ders arasında f. ile sohbet ederken f. boşver be laia git ne kaybedersin gezmiş olursun dedi. bunun üzerine ikna olup hemen bilet ayırtıp, kardeşi muhtara göndermek suretiyle evrakları tamamlayıp atladım trene.

sabah 7.30'da haydarpaşa'da trenden indiğimde sisli bir hava karşıladı beni. malum her ankaralı gibi istanbul'un belirli yerlerini bilmekteyim, ve tabi ki acil durumlarda alternatif yollara dair bir fikrim yok. önce bildiğimiz yolu yani vapur ile eminönüne geçemye denedim , vapura da bindim hatta. ama indirdiler sis nedeniyle seferler iptal diyerek. ve ufak çapta bir macera başladı. neyse efendim uzatmadan gideceğim yere dört saatte gittim ve bu arada aklımda düzenli alarak dönen "ya olursa nasıl yaşayacağım ben buralarda" düşüncesiydi. başvurdum, gezdim, a.yı bekledim. u. ile tanıştım, ertesi gün f ile ı. da geldiler b. ile ö. zaten oradalar, onlarla içtik, gezdik, bol miktarda yedik vs... dün sabah geldim yeniden toplantı a'nın doğum günü, geçti gün.

yoksa 28 yıllık ankara macerası sona mı erecek? ürktüm ya ben. aslında san fransisco resminden ziyade daha önce kullanmış olduğum şaşkın ördek yavrusu bu gündem için daha uygun olur gibi geliyor. ama bu resim de pek güzel. bakalım bakalım.

Çarşamba, Aralık 06, 2006

ıvır zıvır vs...



aslında yazacaktım bir şeyler, gel gör ki çalışmak lazım resmi pek sevdim bu arada.

Salı, Aralık 05, 2006

serseri mayın ve temas ettikleri





dün m.'nin tez jürisi vardı, ona gittim. bu kadar geç vakte kalmış olmasından da anlaşılacağı üzere, pek titizlenilmiş bir tezdi söz konusu olan. bu titizlik malasef sadece tez yazarının hassasiyetlerinden kaynaklanmamakta, en az onun kadar tez yazarının hocaları ile kurduğu ilşkilerin kurbanı olmasında da kaynaklanıyordu. neyse efendim bildik hikaye işte: yaptığının arkasında durmazsan, üstelik karşındaki statükolar üzeriden hayatla ilişkileniyorsa, üç farklı danışman ile yazdığın dolayısıyla üç kez yazdığın tez, birden üzerinde çalışılması gereken ama madem yazdın hadi geçirelim diyen küçümseyen bakışlarla son bulur. hoca milletini ne anlamak ne de anlatmak mümkün zaten. bundan dolayı onları anlama uğraşından didişme uğraşından vazgeçerek anlatayım efendim. geçti ama buruk geçti yani jüri, sonra zaten kafası bozuk bir insan olan biriyle olduğunun ayırdına varan m. devam edip benim eskiden dahil olduğum birilerine dair sıkıştırnaya devam etti beni. bu ne demek? valla daha açık yazmam pek mümkün değil mevzunun üzerinden atlıyorum.

efendim istihdam olanaklarından birinden dahi haber çıkmamıştur. başka işler vardır yapılması gereken ama can istememektedir. bir dakika o kadar depresif değilim şu an itibariylen sadece işte nedir ki hayatınla ne yapacağını bilememe hali. günceye geri dönelim.

bir sürü insanla karşılaştım dün. mesela jüri sonrası ç. ordaydı onunla üç beş ettik. tanıdığım en tuhaf insanlardan biri aslında ç. ona dair hep bilmediğim bir türlü anlayamadığım bir boş alan olacak galiba. tarih ne tuhaf şey allahım, bazen kötü yazılmış abartılmış bir senaryoyu oynuyor gibi hissediyorum kendimi. zaten çocukken küçükken ah belinda dan pek etkilenmiştim. normaldir. neyse yanımda m. çıktık okuldan epey çenemi düşürdü tabi m. tipik meraklı raziye işte. sonra çay kahve muhabbet tespit vs. ardından tuhaf bir toplantımsı. çıktım eve gitmek gerekiyordu aslında babamun doğum günüydü, ama hediye falan ayağına asıl olarak eve gitme isteksizliği ile dolandım, bu arada c. ve b. yi gördüm, f.ye uğramaya karar vermiştim aslında neyse işte ayak üstü geyik çevirmece falan. sonra f yoktu yerinde, çıktım kitap bakayim babanın sevdiği bir şey bulurum belki düşüncesiylen kitapçıya gittim. o. oradaydı, alamamışlar festivalde ödül, bozulmuş ama inatçıymış vs... o kadar tuhaf bir muhabetti ki benim açımdan neyse tuhaf ama çünkü yok yani nasılsının ötesi düne kadar. neyse ilginç olan buydu güne dair olarak sanırım. yani serseri mayın misali ortalıkta dolanırken temas ettiğim diğer mayınlar (ben bunu başlık yapayım en iyisi)

neyse içerde bir başka o. vardı, sınıf arkadaşım kendisi ama pek konuşmazdık neyse bir saat kadar da kendisiyle şuydu buydu yaptıktan sonra bana bir kıyak yapıp bulamadığım bir kitabı buldu babamıza aldık tabi. ( baba da ayrı bir arıza ama tahlil yapılamayacak kadar arıza olduğundan kapsam dışı bırakacağım kendisini.) neyse sonra m. ile bu başka m. karşılaştık bıdır dıdır vs, sonra kafası olabildiğince karışıka., ve onun mutluluğunun huzuru ile günün dışarıda geçen kısmını kapattık. evde de baba arıza ya çocuk gibi sevindi kitaba, ben bir kez daha şükran duygularımı ilettim içimden o.'ya.

resimin konumuzla ya da herhangi bir şey ile alakası yoktur. senaryo yazarı sapıttı ben ne yapayım? böyle eski zamanların siyah beyaz görüntüleri pek bir huzur dolu geliyor bu aralar. hiç bir rasyonal argüman olmadan üstelik. hakikaten senaryo yazar olsa ya da olmaması mı daha iyi bilmiyorum

(önemli not: alegori yoktur bildiğiniz senaryo yazarından bahsetmekteyim.)

Cuma, Aralık 01, 2006

işte tüm soruların cevabı



anlaşılacağı üzere bütün huysuzluğum yarım kilo yeşil mercimeğin yokluğundan kaynaklanır. gerisi hikaye :D

mahmut hoca habamam sınıfı yetişkin olmak vs...

son bir haftayı okuyarak, mütemadiyen bu okuduklarımı anlatmak suretiyle çevremdekileri bayarak geçirdim. sebep? sunuşumuz vardı, azar işitmeden atlatmalıydık, mükemmele yakın olmalıydı ki hoca da daha az söylensin, mümkün olan en az zayiatla atlatalım. tabi neyi unuttuk, ne yaparsan yap eğer bir ortamda dönen asıl kaygıları görmüyorsan çuvallarsın. hatta kaygıları fark etmek de seni çuvallamaktan kurtaramayabilir.

az önce tvde habamam sınıfında mahmut hoca'nın kötü öğrenci yoktur, kötü veli vardır söylevini izledim. mesajımı aldım geldim oturdum pc başına. evet efendim hatta demokrasi açığı da yoktur az vokta vardır. uzatalım: anlamamak isteği yoktur, fazla ciddiye almak vardır. çocuk kalmak yetişkin olamamak ve diğerlerinin konumuzla ne alakaları olduğunu, hatta konumuzun ne olduğunu dahi bilmemekteyim şu an itibariylen. kızgınım ama neye ya da kime pek emin değilim. tüm bunların yaşanmasına kapı açtığım için kendime mi, bunların yaşanmasında bir taraf olmamı bekleyen kişiye mi, yoksa az votkaya mı bilemiyorum. dünden beri yeniden idrak ettiğim bir şey var ki o da şu: aynı okulda üst üste iki yıldan fazla vakit geçirmemek iyi bir şeymiş, saygı duyulanların bu saygıyı ne kadar hak ettiklerini sorgulamadan, hayata dair bir inançla yaşıyormuşum. hayatımda ilk defa aynı okulda dördüncü yılımda bulunmaktayım ve tadı kaçmakta. görünen o ki bir yolunu bulup ben de kaçmalıyım.

ya bilirim bir şeyin idealize edilmesi her daim sorunlu eksik bir kavrayıştır. dışarısı gerçekten yoksa bunun bilincinde olunca hayal kırıklığı cümleleri anlamsızlaşır vs... ortak iyi güzel ve huzurlu yaşama inanmak istiyorum ve saflık ediyorum tamam peki öyle olsun, üstüme gelmeyiniz, sıkıldım, kızgınlığım da geçmeden yazmamalıyım sanırım.

Salı, Kasım 28, 2006

şu an için hayattan beklenenler:

1.) domates sosunun içine kurulmuş acı biber turşusunun üretiminin ve tüketiminin hatta olsa da yesek şeklinde serzenişlerinin yasaklanması (aksi durumda kapıdan geçemediğim için evden dışarıya çıkmayacağım.)

2.) kamusal ve alan kelimelerinin yanyana kullanılmasının yasaklanması. özellikle bunların başına avrupa getiriliyorsa anında kellesinin vurulması

3.)15 saatlik derin güzel bir uyku. (bu gerçekleşirse diğer maddeler yeniden gözden geçirilecektir.)

Pazartesi, Kasım 27, 2006

Cumartesi, Kasım 25, 2006

bu aralar pek yazasım yok



aslında yazmak da istiyorum, benim çapımda küçümsenmeycek badireler atlattım. o kadar çok mevzu aynı anda harekete geçti ki neye yetişeceğimi kestiremediğim günler geçirdim. ve şimdi hangisinin bende ne gibi etkisi olduğunu çözümlemek pek mümkün gözükmüyor. ne zaman böyle başım sıkışsa hemen depresyon alemetleri, sonra da depresyon yüzünden işleri yapamayıp daha derin bir depresyonun içnde kendini bulma hali ile karşı karşıya kalıyorum. neyse bu sefer altından kalkabilirsem sanki kara görünecekmiş gibi en azından maddi anlamda. evet evet kadim istihdam sorunuma çözüm olabilecek kısa dönemli de olsa iki olanak var önümde. bakalım zaman neler gösterecek?

Perşembe, Kasım 23, 2006

umuda dair: "umuttur"

sen beni sevdikçe ey yar derdim artar daima
çünkü beni sevsen de
güvenmezsin bana bilirim
ama artan her şeyle birlikte yanlışlık da artar
mesela her su gözyaşı olur
her dönem bir hazin geçiş
suya boşversem yanılsama
aya baksam bir bulut
sevgisizlikle birlikte yanlışlığın hükmü başlar

bir düşün kaç kişiyiz bildirlerde
şimdilik kaç paralığız hele akşam olunca
bunca sütsüzün kahrını çektik düşün ki
gene de soluğumuz
bir orman yangını sayılır oralarda buralarda
ezildik gerçi ama horlanmadık bunu hattırlarsın
mutlaka hatırlarsın bunu
tut ki enver bırakır tehdidini
ethem başlar

çünkü beni sevsen de bana güvenmezsin iyi bilirim
apoletim sırmasız hatta hiç yok
su içsem ağzımın kenarından dökerim
neyi hatırlatır benim sana uzak bir bakışım
bilirim
aslında mutsuz yaşayıp gidiyoruz
ölüme direnerek şimdilik
şimdilik alımlı başka mutluluklara özenerek
aşkımız ve mutfak rafları ve uçaklar üstüne korkumuz
bir yudum gelecek ve mutlu saatler üstüne korkumuz
ama birlikte biliyoruz:eğilecek bugünkü başlar.

sev beni, alış bana
kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını
bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi
zorlayarak her bir yanı
çünkü biraz sonra umut başlar hen günkü, başlar

aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelen itmeyle

umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri asya'da biterken sözgelişi, şili'de öbürkü başlar.

turgut uyar

Cumartesi, Kasım 18, 2006

başlık atma zorunda hissetmesem kendimi

bugün doliciğimi gördüm, özlemişim hem de nasıl. tuhaf, bunca zamandır hiç bir buluşmamızda 1 saniye bile sıkılmasak da, aynı şehirde yaşadığımız halde nedense nadiren görüşüyoruz, böyle haber niteliği taşıyor buluşmalarımız. ayrıca daha önceden tanıştığımız ama bir türlü muhabbet fırsatı yakalayamadığımız alimunyum folyo ile bile kakara kikuru yaptık, kaynattık, o da yetmedi üstüne bir de dedikodu yaptık pek güzeldi pek eğlenceliydi, tekrarlayalım derim ben. bir de şu link verme işini öğretecekti dolicim ama olmadı düşük çene sendromu normal. artık bir dahaki sefere... (hohoyt yine üç nokta)...

Çarşamba, Kasım 15, 2006

özet no: bilmem ki kaç

kardeşin gidişinin yarattığı burukluğu atlatmak bu sefer daha kolay oldu. hemen ertesi gün ısparta'ya doğru yola çıkmak iyi geldi. bir konferans için gittim ısparta'ya teyzemi falan gördüm, yanımda c. vardı. yol biraz uzun sürdü, gündüz yolculuğu daha uzun sürüyormuş, unutmuşum. enişte karşıladı neyse hiç özlememişim kendisini 8 sene daha görmesem olurmuş. enişte bayıcılığından hem c.'yi hem de kendimi kurtarma amacıyla bilet almayı unuttuk bahanesiyle çıktık sokağa. kuzen a., c. ve ben. ben dar kafalılıktan olsa gerek, sorun yaşarız diye düşünürken, geceyarısına kadar herkesin sokaklarda olduğunu, rahat rahat gezilebilecek bir kentte olduğumuzu falan idrak ettim, o kadar ki 23.30 civarında hemen hemen mağazaların tamamı açıktı. eve geç dönüldü tabi, ardından yatıldı ki sabahleyin benim sunuşum vardı.

pişmiş tavuk dedikleri herhalde benim. bizim oturuma geleceklerden biri gelmemiş, tam girmeden önce oh dedim sukıştırmadan rahat rahat konuşurum ama gel gör ki oturum başkanının canı sunuş yapmak istemiş. az çok deneyimim var her sunuşta konferansta mutlaka bir adet deli bulunur(örn: ilk kamuya açık sunuşumda amcanın biri hitler o kadar yahudi katletmeseydi ne yapacaktık onu bir düşünsene diyip sonra da benim marx'a ithafen söylediğim bir şeye asla öyle bir şey demez o dedi. tabi benim hasta ruhlu hafızam kendini açığa çıkarıp amcaya sayfa numarası verdi vs...) , hani o şaşırtıcı değil de bu delinin oturum başkanı olması ilginçti. şöyle ki adam (bu arada prof kendisi) 1988 yılında freud üzerine yazdığı bir makaleyi anlatarak lafa başladı, bu arada gece de az uyuduğumdan ve amca lafı bir türlü bitirmediğinden ben gözler açık uyuma pozisyonuna geçtim. neyse bir 20 dakika kadar sonra lafı fazla uzatmayıp laia mysteria hanıma veriyorum dediğinde ister istemez irkildim tabi. neyse başladım anlattım şudur budur diye, bi yerde acaba ben de mi bayıyorum düşüncesi geldi aklıma ve bu düşünceyle birlikte tak diye sunuşu kestim. yan taraftan bizimki hemen teşekkür edip, kendi performansı açısından oldukça az bir şeyler geveleyip, sözü diğer arkadaşa verdi. diğer çocuk epey iyi bir sunuş hazırlamıştı. lacan üzerinden neo liberalizmin kent politikalarına özel olarak simgelerine etkisi konulu bir sunuş yaptı. oturumun delisi tabi anlamadı. "arkadaşlar böle bunları kesin bilgilermiş gibi anlatıyorlar niye çünkü gençler, halbuki bunların hepsinin altında freud var diyp bir 15dakika daha konuştu, bu arada ben kendimi tutamadım tabi güldüm. neyse sorular kısmında bana sorulan bir soruya cevap verebilmek için mücadele etmem gerekti, kzın birini "bu ne biçim soru" diye azarladı, belli bir noktadan sonra zıvanadan çıkıp, "bu arkadaşlar genç binlerce değişken var hayatta x1, x2, x3, x4,x5, bu kadar net konuşamazlar, birazcık peacefull olmak lazım değil mi?" gibi anlaşılamayan cümleler kurdu sağolsun ama bir konferans boyunca geyiğini yaptık.güzeldi değişikti, yine olsun yine giderim eğlenceliydi. ya ben hiç blog havamda değilim. şimdilik bu kadar, özlüyorum kardeşi ama daha iyiceyim. balibar beni bekler bakalım ab yurttaşlığı mümkün müymüş?

Perşembe, Kasım 09, 2006

inatla yetişkin olamama hallerine devam...

bugün itibariyle kavranmış, tam anlamıyla idrak edilmiş bir gerçek, asla yetişkin olamayacağımdır. şöyle ki insan 29 yaşındayken master yapmaya uzaklara giden kardeşinin ardından 37 gün sonra yeniden burada olacağını bile bile, bu kadar mutsuz olamaz. geldi geldiğinde sanki hiç gitmemeiş gibiydi, ama gidişi evin içini boşalttı, benim açımdan.

sabahleyin saat 7de yataktan çıkmayı becerip, saat 9.30'daki derse geç kaldım. sebep? kardeşle vedalaşma töreni, tabi burada beni ve ailemi "normal" insanlar olarak tasavvur edip bunu bir tür ayrılamama ve sevgi dolu sözcüklerle bezenmiş buruk bir vadalaşma anı sanabilirler. ve sonuna kadar yanılırlar, çünkü sabah saat 7.00 ile evden çıkmayı becerdiğim 9.40 saati arasında yoğunlukla didişme ve karşılıklı laf sokma ve son olarak ancak kapıdan dışarı çıkıldığında akşam eve döndüğünde evde olmayacağı bilincinin yarattığı burukluk. okula zor gidildi yani bugün. ama işte genetik kökenlere sahip manyaklığımız durmadı ve kardeş, ders aramda kalkıp okula geldi, hatta bir de üstüne üstlük avrupa kamusal alanı sunuşumda epey işime yarayacak bol bol malzeme anlattı. neyse en azından bu bile bizim çapımızda büyük başarı, ağlaşmadan ayrıldık...

korumacı aile yapısı denen nane, cidden çok zorlayıcı oluyormuş, üstelik anne babanın çocuklarına anlayış göstermesi, ve ev kurallarını çatışarak da olsa çocuklar lehinde belirlenmesi, aile ile kurulan duygusal bağımlılık ilişkisini kopmayacak bir şekilde aslında metafor yerindeyse düğümlenmesine sebebiyet veriyor. başka bir deyişle alabildiğine özgürlük şansımız, ve yaptığımız tüm işlerde yanımızda olan aile, istenilen ve özenilen bir şey gibi durmakla birlikte, aynı zamanda yıllardır hayalini kurduğu şeyi yaşayan kendine ait bir yaşam alanı avrupa açısından hiç de fena olmayan, türkiye açısından mükemmel düzeyde bir gelir ile yaşayan kardeşimi mutsuz ediyor. hatta ikimizin nadir uzlaştığı konulardan birinin de hiç normal olmadığımız gerçeği oluşu bu durumu kanıtlayan bir gerçeklik, ne de olsa o da ben çevremiz tarafından - en kibarları tarafından-"ailesi söz konusu olduğunda bira tuhaflaşır." şeklinde nitelendirilen insanlarız. ya bir insan bu kadar tuhaf olur hakkaten iki dakika anliz yapma da bir sus, özlüyorum onu de bitir. ama yok illa genelleme ve kategorizasyon yapılacak, bunun içinden değerlendirilecek. neyse işte olmayınca o böyle kendi kendime didişiyorum. şimdiden özledim. yeter bu kadar daha fazla yazmayacağım.

Pazar, Kasım 05, 2006

ankara'ya kar yağarken


evet ankara'ya kar yağmakta üstelik lapa lapa. kasım ayı süprizi oldu benim gibi kar ile mutlu olanlar için. uzun zamandır yazamadım, özet geçmeye halim yok, ayrıca önümüzdeki bir hafta daha yazamayacağım, çünkü uzaklardan ailesini görmeye özlem gidermeye kardeşim geldi. onun şerefine babamın büro arkadaşı şarap getirmiş, onunla ankara'nın ilk karını kutlamaktayım şu anda. kardeş ise az önce dayanamayıp sızdı. insanın böyle bir ablası olur da kardeşi bu kadar mı dayanıksız olur içkiye, ilginç...

aslında uzun süreden beri devam eden iç karartıcı ruh hallerinden sıyrılmanın yolları geçtiğimiz hafta içinde bol bol karşıma çıktı, gel gör ki karın ve şarabın etkisiyle tam anlamıyla gevşemiş ruh hali içinde anlatarak, haksızlık etmek istemem. iyiyim yani, merak edenlere, buradan takip edenlere...


*sosyomatta cümlelerin üç nokta ile bitirilmesinin bir depresyon belirtisi olduğunu ima eden bir etiket ve bol miktarda bu minvalde ahkam vardı bugün. belki de haklıdırlar... :D

Cuma, Ekim 27, 2006

iletişim ve mucize

artık yeter ben daha fazla yokmuş gibi yapamayacağım, hayatımıza giren erkekler tarafından yokmuş gibi davranmak konusunda aldığımız eğitimde ikimizin de oldukça başarılı olduğumuzu kabul etmek gerekiyor. gerçi annelerimiz de bu konuda güzel bir misal teşkil ediyorlardı önümüzde, yani sadece babalar sevilenler sorumlu değil gibi. amacım kesinlikle bir tür psikiyatrik analiz yapmak değil, ne de olsa bu konu beni aşar. ama şurası bir gerçek ortak özellik yani iletişimi imkansız hale getiren ortak özellik yokmuş gibi yapmak sanırım ve bununla bağlantılı kırgınlıkları anında dile getirmeyip biriktirmek. iki kadın sağlam bir dostluk ilişkisini nasıl harcar'ın canlı örnekleriyiz, sanki. en korkunç kısmı gerçekten iletişim teknolojileri üzerine yapılan tüm tahlilleri doğrulayan tuhaf hayatlarımız var. bir örnek hiç tanımadığım bir adam abd'den bayramımı kutlayabilirken, ya da ortak dil bilmediğimiz halde birbirimize gönderdiğimiz resimlerle, bir brezilyalı ile iletişim kurabilirken, ben dibimdeki çoğu zaman en yakın hissettiğim insanla iletişim kurabilmenin yolu olarak blogumu kullanıyorum. ve tabi ki bu durumun temel nedeni o kadar çok yokmuş gibi yapıldı ki karşılıklı geriye sadece nasılsın sorusuna verilen gündelik cevaplar kaldı.

gel gör ki ben bu oyunu en iyi oynayanlardan biriyim, ama başka bir yaşam istiyorsam birşey yapmak zorundayım. blogunda okuyorsunuz yazamıyorum demiş, okumayız dilersen diyip kestirip atabilirim mümkün. ama mümkün olan başka bir yol da biriktirilen kırgınlıkları karşılıklı huysuzlukları gerekirse bağıra çağıra kavga ederek ortaya koymak ve bir rahatlamak, ve rol yapmaktan vazgeçmek. mümkün mü? mümkünse cidden işte budur mucize. dün yağmur altında ıslanmanın verdiği keyfi tadarken, aklımda ne kadim aşklar ne de yeniler vardı. olsaydı birlikte zıplayıp gülseydik vardı sadece. özlem yoğun bir özlem onun da paylaştığını bildiğim şöyle etraflıca güzel bir analiz ardından kahkahalar ve tüm bunlara eşlik eden güzel bir müzik ve şarap. iletişim gerçekten sadece mucizevi hallerde mi mümkün? öyleyse mucize bize ne kadar uzakta? f. bir yazısını şöyle bitirmişti: "dünyayı öküzün boynuzlarından ellerimize almak için..." bu yazı için çok abartılı bir sonuç gibi görünebilir ama dünya ancak yakınımızdakilerle olabildiğince güzel bir iletişim kurmakla farklı hale gelebilir. en azından bence...

Perşembe, Ekim 26, 2006

yağmur...

singing in the rain'deki gibi dans etmeyi filmi ilk izlediğim zamandan beri istemişimdir, ki bu epey küçük yaşalara rastlar. bu gün okuldan çıkacakken baktım yağmur indirecek, dedim ki laia, hasta olacaksın evet, işlerini yapamayacaksın evet, ama olsun yağmur altında üzerinde yağmurluk olmadan yürümeyeli epey zaman oldu. dans edemezsin o kesin de en azından yürü. mp3 player denen mucizevi aletimi de bulmuşum, (kaybolmuştu olabilecek en komik yerden çıktı ne işi vardı ben de bilmiyorum, ama mutfak dolabının içinde, annecik buldu sabah)çıktım şakır şakır yağan yağmura.
yaşadığımı hissettim o kadar iyi geldi ki, şimdi hapşırmalar burun akmalar başladı, ayrıca doluya dönüştüğünde biraz kafam acıdı, ayrıca eve gelebilmem 1,5 saat sürdü, ceketim kazağım, saçım tamamen sırılsıklamdı (ki evden geç çıkmamın ve bugün ilgilenmem gereken işlerin yarısı ile ilgilenememin sebebi saçımı kurutmak için uğraşmış olmamdı). ama çok güzeldi. arada sırada yapmak lazım.
Gene Kelly - Singing in the Rain - ( lyric included )

Çarşamba, Ekim 25, 2006

ice age extra

obssesiflerin atası :D
7tepe istanbul \ babam müzik olsaydı

dayanamadım bir tane daha

bayram...

bu bayramda öğrenilenler
1. ömrün sonuna kadar antik yunan üzerine okunulacağı, bunun bir sonunun olmadığı.
2. bloga nasıl youtube'dan video yüklenir (bu durum okuyucu için pek de hayırlı bir haber olmayabilir, yazar için zaten değil, özellikle youtube'da neredeyse herşeyi bulmak mümkünken)
3. teknolojik ilerleme, üzerine söylenen her şeyin, hem iyicil hem de kötücül anlamda doğru olduğu.
4. ab üzerine ders almanın dünyanın en sıkıcı işi olduğu. liberal teorinin bu bünyeye uygun olmadığı. uluslararası ilişkilerin ise uzak durulması gereken bir alan olduğu
5. babaanneye duyulan özlemin azalmak yerine giderek arttığı, portakallı kurabiye ve naftalin kokusunun karışımının özlendiği...
Howl's Moving Castle: japanese trailer
Howls Moving Castle

bu da yürüyen şatodan
yeditepe istanbul dizisinden bir bölüm

yeditepe istanbul
"hayat sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer. yersen"

Pazar, Ekim 22, 2006

iletişim mucizevi hallerde mümkündür.

"bu ödünç alınmış ağızla; o düşünülmüş ve tekrar düşünülmüş namevcutlaşacak kadar ustaca inceltilmiş, nüansın zulmü altında beli bükülmüş, herşeyi ifade etmiş olduğundan ifadesiz kalmış, kesinliğiyle ürkütücü, yorgunluk ve edep yüklü, kabalık dercesinde ketum sözcüklerle ilişkimin hikayesini size ayrıntılarıyla anlatmak, bir kabus metnine girişmek olur." e. m. cioran

Cumartesi, Ekim 14, 2006

obur insanın günlüğü post :30

bu akşam eve gelirken evde sıcak yemeğin olduğu hayali ile geldim, gel gör ki annenin işi varmış, dün akşamdan da yemek kalmamış, dedim neyse kendime yumurta kırayım. sonra ama, yemek pişirmeyeli uzun zaman olduğu aklıma geldi. üşenme dedim kendime ve üşenmedim. uzun zamandır izmir köfte yapmıyordum, pilavı ile birlikte bir saatimi aldı, ama anladım ki özlemişim, şöyle keyifli yemek pişirmesini. zamanın sınırlayıcılığının içinde dışarıda yemek, kahvaltı ile geçiştirmek, uğraşmamak, üşenmek, dışarıya sipariş vermek eylemleri daha kolay geliyor. halbuki iyi ruh hali içinde yapılan yaratıcılığın zorlandığı güzel yemekler yapmak benim için bir zevktir. gerçi uzun süredir yaşama o düzeyde bağlı hissetmiyorum kendimi, ama bu sefer tam aksi etkinin de mümkün olabileceğini gördüm. şöyle ki yemek pişirmek bir şekilde benim kendimi daha bir iyi hissettirdi.

isabel allende'nin romanlarından birinde, galiba ruhlar eviydi, karakterin de adını hatırlamıyorum, neyse bir anneanne torununa kendini iyi hissettiğinde mutluyken yaptığın yemek daha güzel olur diye öğüt veriyordu. ya bu romandan çok etkilendiğim için ya da bu öğüdün hakikatı yansıtmasından bilmiyorum, bugüne kadar mutluyken muhteşem yemekler yapmışımdır. (az biraz mütevazilik o ne öyle) ama ilk defa tersinden de işe yaradı ilginç.

yaşamın her anında iyi hissedebilmenin koşulu olarak , yaşamsal ihtiyaçların mümkün olan en özenli şekilde tatmin edilmesini öne süreceğim. şimdi varsayalım ki ben bugün bir sandiviç hazırlayıp onu hızlıca tv karşısında tüketip odama kapansaydım, büyük olasılıkla yarın da havanın da desteği ile (sağolsun olabildiğince iç sıkıcı) yine güne mutsuz başlayacaktım. gel gör ki yapılan güzel bir yemek, hazırlanan güzel bir sofra, kardeşin babanın annenin gülen yüzleri, yemek sırasında iki espiri iyi hissettirdi kendimi.

Cuma, Ekim 13, 2006

özet

fark ettim ukalalık yapmaktan kayıt tutmaya vakit kalmamış, neyse neler yapıldı anlatalım.

dün dersler vardı, birini bırakma konusunda ben ısrarlıydım ama olmadı, neyse bakalım geçebilecek miyiz? ilk derste a. hoca üzerime spinoza gibi bi yük attı ki, sanırım bu dönem biraz uzun sürecek benim için, gittim yanına benimle alıp vermediğiniz nedir diye. adam zeki, biliyor da malını hemen verdi gazı. neyse efendim öbüründen de aldık avrupa kamusal alanını. durumun özeti: benim yemek yeme, tuvalete gitme blog yazma vs.. gibi hiç bir eylem çin vaktim kalmamıştır. abartsaydın laia, kuşkusuz en sevdiğim sanattır mübalağa:D

ama daha öncesi de vardı; salı günü ezginin günlüğü konserine gidildi a. ile birlikte. uzun süredir görmediğim sevdiğim ve sevmediğim insanlarla karşılaşıldı. ne kadar huysuz ve çocuk bir bünye olduğum anlaşıldı. ne de olsa boynuma atlayan b.'ye oldukça soğuk davrandım. ancak bu noktada her daim olduğu gibi kendimi teorize etme işine gireceğim. yani kadın sen beni sevmezsin ben seni sevmem, ortak tanmıdıklarımız olması dolayısıyla, onların yanında karşılaşmamız halinde niye boynuma atlarsın bu nasıl iş? elimi sık bak o kadar medeniyim yani. neyse konserde pek kalınmadı, eve gelindi. evde de üşenilmedi cahil periler yazıldı. şimdi okudum yeniden eklenmesi gereken çok şey var ama konu bayıcı olmaya başladı benim için.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

"aldatma kendini, zaten sıradan bir hayatın var."

yukarıdaki alıntı izlemekten çok keyif aldığım ve bana kalırsa yaşama dair bir çok konuya örnek teşkil edecek sahnelerle dolu "cahil periler" filminden. umarım bu filmin bana anımsattıklarını düşündürdüklerini tam anlamıyla buraya aktarmak mümkün olabilir. öncelikle filme dair mini bir özet yapayım: antonia ve massimo, liseden beri birbirlerini tanıyan, iyi anlaşan, nehir kıyısında güzel bir villada yaşayan 15 yıllık evli bir çift. massimo( bu arada isimlerin nasıl yazıldığına dair bir fikrim yok, idare edilecek artık)filmin hemen başında bir trafik kazasında ölüyor. antonia yıkılıyor, ve evinde dışarıya kendisini kapatıp matemini tutmaya başlıyor. massimo'nun iş yerinden gelen eşyaları yerleştirirken, bir tablonun arkasında "massimo'ya, birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için" diye başlayan ve "sürekli bekliyorum sabrımın adına aşk diyebilir miyim? senin cahil perin" yazısını görüyor. o ana kadar gayet iyi bir ilişkisi olduğuna, her şeyini bildiği ve kendisinin de her yönünü bilen bir adam olduğuna inanan antonia yıkılır, ve o "kadını" bulma amacıyla harekete geçer. kısaltma gerekiyor sanırım, buluyor ama bulduğu bir kadın değil erkek çıkıyor. aynı apartmanda bir nevi komün hayatı yaşayan eşcinsel bir çift, çapkın bir kadın,türkiye'den gelmiş bir mülteci, bir travesti,aids hastası ernesto ve tabi ki massimo'nun sevgilisi mikele. ve antonia'nın isyanı aldatılmaktan çok, ondan habersiz farklı bir dünyasının olduğunu öğrenmenin verdiği acıdan kaynaklanıyor. tabi mikele'nin evinde toplanan antonia'nın hiç de alışık olmadığı tuhaf yaşamlar, bir şekilde hayatına giriyor, antonia onların rahatlığına bir şekilde alışıyor. bir akşam daha samimiyet evin anahtarının antonia'ya verilmesi düzeyine gelmeden, mikele nasıl tanıştıklarını anlatıyor massimo ile. mikele çok sevdiği bir şairin kitabını arıyor, ve girdiği 5.kitapçıda bir tane olduğunu öğreniyor, bilgisayarın başında adamın kitabı getirmesini beklerken, massimo geliyor ve mikele'yi kitapçı sanıp kitabı ona soruyor. bu arada adı geçen şair nazım hikmet. neyse efendim, massimo son kalan kitap için ne isterseniz veririm diyor, mikele kendisi kadar bu kitabı seven birini görünce etkileniyor, kitabın fotokopisini çektirip kitabı ona hediye ediyor. bu sahnede, antonia, nazım'ın bir şiirini ezberden okuyor, ve onca zamandan sonra ortaya çıkıyor ki kitap aslında antonia içinmiş, hatta massimo hiç bir şiirini okumamış. (bu nokta üzerine birazdan ukalalıklar geliyor.) neyse efendim lafı uzatmadan, bir şekilde mikele ve antonia arasında yakınlaşma yaşanıyor, zaten yukarıda alıntıladığım cümle de tüm ekibin antonia mikele ilişkisi üzerine yaptıkları bir geyik sırasında mikele'nin "ya bazen sıradan bir hayatım olsun istiyorum, bilmiyorum." cümlesine türkiye'den gelen mültecinin cevabı. antonio hamile olduğunu anlıyor, bu haberi vermek üzere eve gittiğinde, ekibi bahsi geçen geyiği yaparken yakalıyor, haberi vermiyor. neyse film belirsizlikle bitiyor, aslında tam olarak değil. ama sanırım kendim için yeterince ukalalık alanı açtım.

filmin bana düşündürdüğü ilk şey insanlara sınır çekenin onları durduranın toplumun kurallarının yanında aynı zamanda kendi kişiliklerine dair verdikleri ipuçlarıdır düşüncesi oldu. şöyle ki massimo'yu onca zamandır tanıyan antonio, hiç bir zaman düşünemeyceği bir hayatın içinde olduğunu görüyor. bu durumda massimo için zaten böyle bir yaşam mümkün, aksi takdirde bu yaşamın içinde bu kadar uzun süre yer almak onu rahatsız ederdi, söylemeye çalıştığım insana dair geliştirilen o şu konuda şöyle davranır düşüncesinin yine aynı insan üzerinde başka türlü davranmak istese bile bir baskı yarattığı oldu. örneğin filmde antonio kendi evinde mutfağa girmeyen massimo'nun elmalı ve portakallı köfte tarifiyle diğer hayatında ün saldığını öğreniyor. bir yandan da iki taraflı ve düzenli olarak yalana dayanan bir yaşam tarzının içinde, her iki ruh halinin yaşamanın da avantajlarından faydalanıyor. yani bir taraftan nehir kıyısında bir villa'da yaşayan, prestijli, güzel bir eşi olan bu sayede aslında tam olarak toplum tarafından kabul edilmiş bir hayata sahipken ve bunun avantajlarını yaşarken; diğer yandan toplumun tanımadığı ve mümkün olduğunca reddettiği ve ama kendisini olabildiğince rahat hissedeceği o kadar ki köftenin içine elma ve portakal koymayı düşünebileceği ve hatta koyabileceği, ve iki taraf da birbirinden haberdar olmadığı sürece- ki massimo bu konuda oldukça başarılı- sorunsuzca sürebilecek bir yaşam... her durumda iki taraftan da vazgeçememe hali. ve bunların temelinde de yine yalan var, çünkü sonuçta kendisi için olmayan bir kitap üzerinden kurulan bir ilişki. (yalan meselesine birazdan geri döneceğim.) bir taraftan insanın kendini gerçekleştirmesinin önünde kendinin oluşturduğu izlenimlerle birleşen toplumsal sınırların oluşturduğu engeller, diğer taraftan bu sınırları tanımadan yaşamı ortaklaştırırken bu sınırları kurmaktan kaçınınan ve bu uğurda dışlanmayı göze almış insanlar.

ister istemez özenilen anları görmek mümkün, tabi, bu sınırsızlığın içinde kırılanları da unutmamak lazım filmin etkileyici sahnelerinden biri de eşcinsel çiftten birinin bir partide başkasına yönelişini izlerken eşinin gözlerindeki hüzün, üstelik ona gülümserken engelleyemediği hüzün, sevgiliyi sahiplenmek kapitalist bir varoluş mudur? ama öyleyse herkesin içinden gelmez ki aldatmak'ı düşündürten bir sahne. neyse daha fazla tasvir etmeyeyim, izlemeyenler izlesin. açık ilişki denilen mevzuya ilişkin gerçekten günümüz toplumları için mümkün müdür? ya da toplumsal düzlemde düşünmeden, sanrım herkes için mümkün olan bir şey değil.

filmin yalan üzerinden ilerlediği asıl tartıştırmak istediğinin yalan olduğunu gözlemlemek mümkün, bir sahnede, antonia'nın ilk kez ekiple aynı masada oturduğu sahnede travestinin ailesini ziyaret etme düşüncesi üzerinden açıktan tartışılıyor, yalan nedir? yalan nerede başlar, kendimize ilişkin kurduğumuz düşler nerede başlar? bunlar arasındaki ayrım nedir? gibi düşünceler filmin alt metninin tartışmaya açmaya çalıştığı sorunlar. sanırım bu konuda karar vermek mümkün değil, ama ilk yalanı söyleyen massimo'nun kitap mevzusunda, bu yalanı ona yeni ve başka türlü bir yaşam sundu, ve aslında bu yaşamın tüm güzelliklerine kendi yaşamından hiç bir şey eksiltmeden dahil olabildi. şimdi amaçladığım onu filmin kötüsü ya da şeytanı ilan etmek değil. olmadığımız biri gibi görünmek istiyorsak, o olmayı istiyoruzdur ve biraz da oyuzdur, çünkü olmayı isteyecek bunca şey varken onu seçmişizdir. yani massimo kendisi o şiirleri seven ve okuyan adam olmasa bile o olmayı istemekle aslında o şiirleri okuma ve sevme potansiyelini içinde barındırdığını gösteriyor. ve tabi bu konuya ilişkin son abuklama, her yerde yaşadığı anı yaşıyor ve hissetmediklerinden değil, aksine hissettikleri için, sevilmeme korkusudur yalana iten. ya aslında bu kadar da emin olduğum bir konu değil bu sanırım filmin mesajı bu, ama ben emin değilim. yani yalan denilen şey aynı zamanda massimo'nun antonia ve mikele arasındaki iletişim şekillerinde en çok kendisini etkileyen bir boyuta sahip, her koşulda sıkıştıran ve rahatsız eden bir yanı var. ve onun bir karısı olduğu gerçeği dışında onun söylediklerine inanarak yaşayan, ve tüm bunlardan habersiz antonia için bir gerilim sebebi değil, sadece öfke sebebi, neyse yalan konusu beni aştıo. ama şu bir gerçek, massimo antonia ilişkisi ile massimo mikele ilişkisi eşit derecede sahiciler.

toplumsal yaşam ve onun denetleme mekanizmaları bir şekilde, eğer mücadele etme gücüne sahip değilse, ya da kaybedeceği şeyleri varsa, insanı şizofrenik bir yaşama itiyor. şizofrengi dergisinin benim kuşağımüzerinde yarattığı etki göz önüne alındığıunda özenmemek mümkün değil. ama sanırım benim için asıl özenilecek adam mikele'nin yaşayış şekli,evinin anahtarlarını tüm ekibe dağıtacak kadar cömert, ve antonia ile iletişim kurmaktan çekinmeyecek kadar açık.

neyse ben durayım artık, tam olarak istediğim gibi olmadı, anlatamadım yine ama yoruldum artık, belki sonra devam ederim. ya da etmem.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

28. yıl 8.gün

bugün neler yaptım? önce a. ile oturup çay içip gevezelik yaptım, sonra manasız bir toplantıya dahil oldum. ardından a. f. ve c.yi gördüm, eve giderken c. bana sen ineksin aslında dedi, bu yorum üzerine şok geçirdim, hemen kadim dostları tanık sandalyesine çağırma isteği içine girdim. (dolicim, duyuyor musun bana inek diyorlar.)neyse efendim onlardan ayrıldım, eve gelirken canımın bişiler içmek istediğini düşünüp, bir bira alıp, havanın son güzelliğinden de faydalanmmak için oturup bira içeyim. dedim, ve demekle kalmadım,içtim.

asıl anlatılmaya değer olan sanırım, bahçede bira içerken düşündüklerim ve hatta yaşanan tuhaf ve komik bir an. önce an ile başlamak daha kolay: biramızı açtık mp3player'da edith piaf eşliğinde demleniyoruz, kedinin biri dayılana dayılana üzerime yürümeye başladı, ve laia'nın aklına ilk gelen: kızım sen insansın o senden korksun rahat ol.( önemli dipnot: laia ismini bana doli uygun gördü, ama dolicim kafası bu kadar karışık bir zatın laia olması pek mümkün değil sanırım.) tabi, ardından ramazan ramazan, kadın haline bakmadan, sitenin bahçesinde tek başına içtiği yetmiyormuş gibi, bir de deli, kendi kendine gülüyor dedirtecek bir manzara çizdim. evet kahkaha attım kendi kendime demekten daha iyi bir ifade gibi geldi, ama okuyunca hoşuma gitmedi ama değiştirmeyeceğim.

bu arada düşünülenler ise, uzun zamandır yalnız olmaktan kaynaklandığını tahmin ettiğim, eski aşk ile geçirilmiş birbirinden güzel on gün oldu, aslında, bunu anımsatan düşünce, uzun süredir, durmadan yazdığım oldu. çünkü o güzel günlerde onunla bir film izlemiştik,, filmde adam yazardı, kadın yazar olmak istiyordu, adamın modasının geçtiği bir dönemde kadın, büyük bir hızla yazmaya başlamıştı, o kadar ki adam bir yandan kıskançlıkla bir yandan da ben bu işleri bilirim düşüncesinden hareketle onu uyarıyordu, bu kadar kolay bir iş değil bu diye. neyse efendim kadın best seller oluyordu falan. burada bana filmi anımsatan sanırım bu eski aşkın yazılarını artık beğenmemem. hatta a. adamın ilhamını nereden aldığı belli oldu gibi yorumlar yaptı, o kısmını bilemem, ya ben master sürecinde çok okudum ve zevkim değişti, ya da onun yazdığı şeylerde ciddi bir düşüş izlemek mümkün. ya da asıl gerçek büyü bozumu denen hadise. galiba bu:D

neyse efendim gün pek ilginç değildi, kedi ve benim beynime kazınmış modern insan kavrayışı sağolsun, güldük. bir de nedense ya da durmadan kendimi didiklediğimden olsa gerek, yanlış zamanda yaşadığıma karar verdim. şöyle mesela ispanya iç savaşının olduğu yıllarda yaşasaydım, madrid'de devrim olduktan sonra kafama saksı düşseydi falan gibi şeyler düşündüm yine. patetik farkındayım, ama sanırım bu dünyaya uyum sağlayamamak övünme gerekçesi kabul edilmeli.

bir de sanırım gün saymaktan vazgeçmek lazım ama napıyim insan her an başlık bulamıyor ki. bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek?

Pazar, Ekim 08, 2006

kendime not

üst üste üç gün evde oturma, en azından evin yakınlarında bir tur at, ev ahalisiyle manasız kavgaya hiç gerek yok.

neler olmuş bugüne kadar

kardeşin uzaklarda oluşunun yan etkilerinden biri de sanırım, dünkü abuklamaydı. ne de olsa bu tür esintileri onunla konuşarak bazen de didişerek atlatıyordum. neyse alışıyor insan her şeye, bu arada dersler başladı, ya insan hiç mi değişmez, ilerlemez, yine aynı burada neler dönüyor duygusu içinde anlama gayreti içindeyim. yine abarttım evet daha rahatım ama yine de...

neler yaptım kayıt tutacaktık hatırlayalım üç gün önce dersler başladı, derse gittim, ancak sebebini bilmediğim bir uyku hali peydah olduğundan ilk dersin başlama saatinde uyanabildim, ve tabi ilk derse geç kaldım. f. de gecikmiş sağolsun, benden bir iki dakika önce girmiş sınıfa ben de bu sayede onu azarlayan hocanın gazabından kurtuldum bana söylenecek hali kalmamıştı. ya işte böyle ilkokula geri dönüş :) aslında sanırım ilkokul yüksek lisans içindi, artık ana okulu demek lazım, en azından genç kalıyorum böyle bakalım. efendim iki hocadan ders alıyorum bu dönem, ilkini a. hoca diğerini de soyadına istinaden ç. hoca diyeyim karışmasınlar. neyse bu iki adamın benim hayatımda işgal ettikleri yeri yadsımak mümkün değil, kendilerinden çok şey öğrendim, öğrenmeye de devam etme kararındayım. ama bazen keşke yeni tanışsaydım onlarla bugüne kadar neler ile ilgilendiğimi bilmeselerdi diye düşünmeden de edemiyorum. üç yıl önce üzerine kafa yorduğumu sandığım sorunları hatırlamaları, üstelik sen bunları incelemiştin anlatsana biraz demeleri zorlayıcı oluyor, bu kadar dağınık bir ilgiye sahip olmaktan dolayı. okulun başlamasının ilk sonucu kendimizi kütüphanede bulmamız oldu tabi, ertesi günü kütüphanede geçirip a. hocanın okuyun dediği makaleyi anlamaya çalışırken, bu işi neden sevdiğimi anımsadım, evet bol bol şikayet etme alanı yaratıyor ondan seviyorum:))) kütüphane dönüşü nezle olmuştum, nane limonlar, ballı asprinler, viksler vs.. ile haftasonunu geçirdim, şimdi daha iyiyim yapmam gereken bir çok şeyi yapamamış olsam da, iyi hissediyorum kendimi. tüm bunlara ek olrak pc de tamir edildi, diğer kardeşin arkadaşı sağolsun.

artık işlerimi erteleyecek bahane kalmadı. evet çalışmak lazım...

Cumartesi, Ekim 07, 2006

kusursuz varoluş

tüm insanlar için genel ve geçer bir kaide olarak nitelendirebileceğimiz takdirden hoşlanma, zevk alma duygusu, insana öteki yaratarak kendini var etme potansiyelini de taşımaktadır. şöyle ki, takdir ettiğimiz şeyler genel olarak bir göz attığımızda karşımıza çıkan ortak özellik de bu öteki yaratma kabiliyetine tekabul eder: ya bu toplum içinde bir konuma ulaşma ya da hayata nereden baktığımıza da bağlı olarak bu toplumun dışında ona rağmen bir şeyi yaratabilme becerisi. her iki durumda da toplum ya da içinde yer alınan ortak ilgi alanları ve ortak niyetlerle bir araya gelinmiş topluluk için takdire layık görünen şey kişinin kendini farklılaştırma kapasiteisidir. kişi bir şekilde topluluğun ya da toplumun diğer üyelerinden farklı ayrıcalıklı bir konuma sahiptir, ve bu konum dolayısıyla takdir edilir. böyle bakıldığında kusursuz var oluşun namümkünlüğü üzerine söylenmiş, söylenen ve söylenecek binlerce düşünce aslında içi boş olmaktan kendisini kurtaramaz. çünkü öyle veya böyle insanlar takdir edilmekten zevk aldıkları sürece, takdir eden de onları tatmin ettiği sürece, mükemmelliğe ulaşma yolundaki adımlarına devam edeceklerdir.

hal böyleyken adorno amcamızın "mükemmellik faşizme özgüdür" sözüne dikkat çeknek önem kazanır. ancak önemli bir hatırlatmayla, insan içinde bulunduğu toplumun olanaklarıyla düşünür, dolayısıyla burada yazılanlar da bir uzaylının kafasından çıkmadığına göre, zaten yeniden modern olmuş toplumumuza özgü bir kavrayıştır tüm bunlar. ve elbette başka türlü bir yaşamın her anlamda var olabileceğine duyulan inancın ve daha önemlisi isteğin yokluğu noktasında ancak insan doğasına mündemiç bir faşizmden söz edilebilir. ki bu tür bir ruh halini aşma çabaları diğer yazılanlarda açıkça görülmektedir.

adorno amcamıza geri dönersek onun bu lafı hangi bağlamda söylediğini tam olarak hatırlamamakla beraber, hasta vücudumun bana oynadığı bir oyunun etkisiyle olsa gerek bütün gün kafamda bu laf dönüp durdu. takdir edilmek, edenin takdirini önemsemek ve mükemmel varlık olma isteği arasında kurduğum korelasyon, faşizm kadar birlik, bütünlük, aynılık ve tabi ki ötekiye dayanan bir sisteme özgü olarak algılanmasını şaşırtıcı bulmaktan çıkarır. başka bir deyişle, birlik aynılık bütünlük tabi ki üstünlük duyguları insanları "tam olma" eksiksiz var oluş"a götürür. elbette eksik var oluş eksik olma halinin temsilcisi olarak öteki de tam olma halinin garantörü olarak yanı başındadır. dolayısıyla tarihte sistematik dışlama ve yok etmenin en belirgin şekilde kendini gösterdiği toplumlarda, bu toplumların ötekiye olan ihtiyaçları doruk noktasındadır. çünkü son noktada kendi kusursuzluğu ötekinin kusurunda gizlenmiştir.

böyle bakıldığında gündelik faşizm diye adlandırılan, yaşamlarımızı kuşatan ve her davranışımızı doğrudan etkileyen iktidar ağlarının içinde takdir edildiğimiz, ya da ettiğimiz noktada insanları birbrinden ayırmaya başladığımız, ve varlığımızı bu dışlamalarla tanımlamaya başladığımız andan itibaren,hayatımıza, mükemmellik arzusu, hem kendi hem de çevremizdekilerin yaşamın alt üst edecek şekilde girmeye başlar. bu durum ben mükemmelime eşlik eden aslında iç yüzümü bilmiyorlar ben hiçimle bir arada yürür, bu ikiliğin temel sebebini ise sürekliliği sağlama arzusu olarak açıklamak yanlış olmayacaktır. şimdi hepimiz kardeşize, bir ve bütünüze getirmeye çalışmıyorum elbette lafı. ancak burada temel problematik bunu aslında neden yapıldığıdır. yaşamın neresinde bu yarışa başladığımızı bilmeden ne uğruna olduğunu sorgulamadan sadece sevgilinin bir gülüşü, babanın sırtını sıvazlaması, annenin gururu için mi yapılır? bu bile cevabı belirsiz bir sorudur.

ilk elden yaşamı farklı bir şekilde örgütlemenin yolu, sanırım ortak üretim kabiliyetini geliştirmenin yanı sıra dışlamanın ötesine geçebilecek bir ilişki biçimini kurma denemesidir. tabi bu durum pratik yaşamda burada söz edildiği rahatlıkta olmamakta, hatta çoğunlukla olmamaktadır. sanırım denemek ve en azından dışlamanın bilinçsiz bir şekilde yapıldığı ana kadar bunu zorlamanın faydası olacaktır.

peki tüm bunlar nerden çıktı? bilmem estiler

Pazartesi, Ekim 02, 2006



büyük olasılıkla yaşlanmış olmaktan kaynaklanan bir ruh hali içinde, bütün bir gün ben şaşkın bir ördek yavrusuyum üstüme gelmeyin diye bağırmak isteği içindeydim. o zaman dedim günlüğe bu resimle başlamak uygun olacak. evet dün benim doğum günümdü, ilginç ve güzel bir gün geçirdim. ayrıca a. ile yaptığım bir sohbette ruhen de büyüdüğümüze karar vedik, hiç bir şeyin ayaklarımızı yerden kesemediğine, eskisi kadar heyecanlı ve istekli olmadığımıza, bilinçsiz bir biçimde bir adım ötesini düşünmeye başladığımıza,ve bu düşüncelerin davranışlarımıza yön vermeye başladığına karar verdik.

e büyü kızım sen de artık derler adama, haklıdır da belki böyle diyenler, ama tercih şansım olsaydı o coşkuyu o umursamazlığı ve tabi içtenliği seçerdim, ama insan kendine ilişkin, yaşadıklarından bağımsız bir tercih yapamaz ki? ve zaten böylesi daha doğru idealize ettiğimiz şeyler bir şekilde bizi yönettiklerinden bir denge olmalı sanırım. idealize ettiklerimiz yaşadıklarımız ve kendimiz arasında.

neyse efenim bu kadar ukalalık yeter, bugün annemler geri döndü, baba resmen kararmış, annenin güneşe alerjisi var o aynı geldi. çok özlemişim onları ama bir haftalık sadece burada adı bugüne kadar hiç geçmemiş, diğer kardeşle geçen yaşam, kendi kurallarımın hüküm sürdüğü günler bitiverdi. bu ev özlemi kendime ait alan arzusu, ilerleyen yaşla birlikte daha bir sinirli hale getiriyor beni. ne de olsa 18 yaşımdan beri kurduğum kendime ait bir ev hayli halen hayal olmaya devam etmekte. bugün a.'nın evine gittim evinin iç dekarasyonunu değiştirmiş, o kadar güzel olmuş ki, o da pek memnundu bu halden. c.'nin evinde de dün gitmiştim o da pek bir güzeldi, insan gıpta ediyor ister istemez, evet önümüzdeki doğum günümü kendi evimi kutlama dileği ile bitireceğim bugüne kadar olan özeti.

sadece bunları yaşamadım elbette ama bu kadarını anlatmaya dilim el verdi, bir mevzu var ki içimde dile dökmenin rahatsız edeceği yaşam ölüm üzerine gevezelik edemeyecek kadar ciddi, yakıcı. onun için sadece tüm iyi niyetlerimin onunla olduğunu söyleyebiliyorum. sevgili e. sana, yaşama sevincine, seni sevenlerin sevgilerine ve iyi dileklerine güveniyorum.

Cuma, Eylül 29, 2006

son iki gün ve tez teslim edeceklere öneriler

az önce son yazdığımı bir kez daha okuyunca artık iyice delirdiğime kanaat getirdim. neyse nihayetinde o umut dolu ruh halnin beni terk etmesi oldukça hızlı oldu. bu iki günlük süreç içinde yaşananlar:

1. enstitüye gidildi doktora kaydı için, tezini yazmamış insanların doktora kaydını alan enstitü, heralde tez danışmanımı beğenmediğinden olacak, benim jüriyi geçtiğime dair kağıda rağmen, kaydımı almadı, önce tez teslimi yapmam gerekiyormuş. olur dedik. ve ilk önerim: TEZ DANIŞMANINIZI SEÇERKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUSLARDAN BİRİ DE ENSENİN KALINLIĞIDIR! zira ensesi yeterince kalınsa, siz hiç sıkışmadan tüm bu angaryayı yayarak yapabilirsiniz.

2.tez teslim etmek yazmakla yarıştırılabilecek bir zorluk düzeyinde olduğunu işitmiş bir kişi olarak, ama bunu biraz da insanların abartması olarak değerlendircek ukalalıkta biri olarak bakalım dedik neler gerekiyor. evet efendim tez teslim edeceklere ikinci öneri: TEZİNİZİN ADI MÜMKÜN OLDUĞUNCA KISA OLSUN! zira ben deniz 10 kelimelik tez adıyla kafayı yeme noktasına geldim, şu anda sayısını kestiremediğim kadar form doldurmak zorunda kalınıyor. tabi üçüncü öneri: TEZ ADINIZI HER YERE AYNI ŞEKİLDE YAZDIĞINIZDAN EMİN OLUN! evet bu bana özgü bir salaklık da olabilir ama o kadar form doldururken bir de üstüne üstlük tezin adında ekseninde mi desem bağlamında mı desem kararsızlığı yaşamış birinin başına bunun da gelmesi pek şaşırtıcı değil, bazısına bağlamında bazısına ekseninde yazmışım.

3.teknoloji ilerlemiş benim enstitüm ve yöküm de geri kalmak istememiş, tez teslimleri için tezin pdf dosyası halinde iki cd olarak teslimi şartı konmuş, ne güzel değil mi? artık netten tezlere ulaşmak mümkün olabilkecekmiş, gel gör ki laia'nın pcsi kafayı yemiş durumda, format atılması gerekiyor. xp wordü tanımamakta. hal böyleyken laia, internet cafelerde, çocukların pc oyunlarının gürültüsü eşliğinde sınırlı pc bilgisiyle, tezi pdf'e dönüştürme kirzleri geçirirken, sağolsun c. arar, gel der halledelim, a. yanımda, onda a. hocanın odasının anahtarı var onun pcsinde program zaten yüklü üç dakikalık iş. evet burada dördüncü öneri: DOSTLARINIZIN YARDIM ÖNERİLERİNİ REDDETMEYİN, ONLARI SON DAKİKADA KABUL ETMENİN ÇOK BİR ANLAMI KALMAYABİLİR! çünkü bu iş son derece zor insanı bayan bir iş, etrafta anlayan birileri varsa dünya daha güzel. sağolsun a. hiç tanımaz beni aslında ama böyle bir iyilik yaptı bu sayede işimiz daha bir kolaylaştı.

4. sonuç alarakl tüm bu iki gün içinde ciddi depresyon belirtileri taşınmaya devam edildiği anlaşıldı. misal koştururken orada burada her yalnız kalındığında sebebi bilinmeden dolan gözler, ve okulda ç, ile karşılaşıldığında ya da sonunda c. ile karşılaşıldığında kendini tutamayıp ağlama halleri de yaşandı. ve son öneri: JÜRİYİ GEÇER GEÇMEZ AYNI GÜN İÇİNDE MUTLAKA KUTLAMA YAPIN, YOKSA TEZ TESLİMİ NE İÇİNİZDE KUTLAMA HEVESİ BIRAKIYOR, NE DE CEBİNİZDE KUTLAMA PARASI...

Çarşamba, Eylül 27, 2006

niye iki tane aynı yazının yaımlandığını ben de anlayamadım, siliyorum birini ama yine de iki tane, heralde bugüne kadar o kadar iç kararttım ki, bunun iki kere yazılmasını uygun buldu blogger ne diyeyim bi bildiği vardır :D

bol süprizli güzel bir gün

evet bugün büyük gündü, aylardır süren iç sıkıntısının sonucunun alınacağı gündü, alındı ama ben en başından başlayıp anlatıp, tadını çıkarmak istemekteyim.

sabah geceki huzursuz uykunun uyuyamama uyuduğunda da kabus görme hallerinin doğal sonucu olarak erkenden uyandım. evin içinde kahveydi sigaraydı derken vakit öldürüp gevşemek için müzik dinlerken, defalarca çıkarılmış tez özetinin yetersiz olduğuna karar verip saat 10 civarında yeni bir tane daha tez özeti çıkarmaya başladım. haklısınız abartmışım ama o ruh halinden anlaşılmıyor ki o anda elimdeki özetler o kadar saçma geldi ki. neyse efenim saat 11.15 civarında özet işi tamamlanmıştı. anlaşılan o ki özet çıkarma konusunda iyi bir deneyimim varmış. hazırlandım. bu arada hazırlanırken günün ilk güzel süprizi stumbledan geldi, stumble tuşuna bastım ve karşıma yürüyen şato filminin sitesi çıktı, üstelik film müziği kesintisiz olarak çalıyordu, evden çıkana kadar pcyi kapatmadım onu dinledim ve dedim ki o kadar kötü bir gün olmayabilir belki bugün. ikinci güzel süpriz ise ö.'den geldi. aradı, ben de geleceğim jürine arabayla alacağım seni dedi. üçüncüsü a. aradı s. hoca beni de alacak ben de geliyorum jürine dedi. ben böyle bir duygusallık bir gözlerim dolu dolu, evden çıkacakken ç. mesaj çekti, gelemiyeceğim hastayım ama yanındayım diye. evden çıktım, apartmanın girişinde postacı ile karşılaştım. hiç alışkanlığım olmadığı halde laia mysteria'a bişi var mı dedim ve evet vardı hem de kocaman bir zarf bir baktım günün beşinci süprizi. kardeş taaa uzaklardan ablasına doğum günü hediyesi yapmış erken göndermiş, ablanın en çok ihtiyacı olan günde eline ulaşmış: meleyen tatlı bir kuzu. bir de kart yazmış ki zaten dolu olan gözlerden düşüverdi damlalar.

ö. geldi, beni rahatlatmak için nasıl tatlı tatlı sohbet ediyordu, normalde olsa panik yapacağı halde yönü değişen yollara rağmen beni okula yetiştirdi. tez danışmanımın yanına gittim, a. hoca oradaydı, s. hoca yoldaydı, beklemeye başladım, c. geldi ben rahatlayım diye çırpındı, a. geldi bana çokomel almış, ö. zaten yanımdaydı, neyse uzatmadan jüri başladı. ben sunuşuma başladım, sonra a. hoca eleştirilerini dile getirdi ki, söyledikleri o kadar anlamlıydı ki, tezi geçmeseydim de bugün çok güzel bir gün olarak tarihe geçecekti benim için. bana dedi ki, seni hiç tanımasaydım, bu tez iyi olmuş der geçerdim ama seni biliyorum, senin hayatla bir derdin var, ayrıca da güzel bir ruhun var, niye kendini katmaktan imtina ettin bu teze, niye sen yoksun, niye bu kadar kuru bir metin yazdın? ben ne senin hayatla olan derdini ne de ruhunu görebildim tezde, anlaşılan o ki, çok sıkmışsın kendini. ardından tez danışmanım bu tez danışmansız yazılmıştır, laia bunu tek başına yazdı dedi. s. hoca tek başına böyle bir konuda betimleyici bir tez yazmak da takdire şayan dedi. tabi ben bu arada öyle bir mutlulukla karışmış kendinle gurur duyma haline girdim ki anlatamam.

bugünün en güzel kısmı sanırım, bunca yıllık yaşamla kurduğum ilişkinin birileri tarafından izlendiğini, hatta takdir edildiğini ve umudun da tam da bundan kaynaklandığını bana göstermesi oldu. galiba dünyayı değiştirme konusunda daha önce bahsettiğim hocamın söylediği doğruymuş, çünkü a. hoca beni 3 yıldır hiç görmüyor, hatta tez jürisine dahil olmaktan da hiç hoşnut olmadığını bana açıkça söyledi, ama bir şekilde takip etmiş, ya da zaten eskiden yapıp ettiklerim onun üzerinde böylesi bir izlenim bırakmış. bu nasıl bir duygu ya dilin sınırlayıcılığı bir kez daha açığa çıkıyor, sözcükler yetmiyor. güzel bir gündü, hem de hiç beklemediğim kadar güzeldi.

son olarak sanırım bahtsız bedevi sıfatını kendim için kullanmaktan vazgeçmem gerekiyor, zaten dün de yazdıklarımı okuyunca bahtsız bedevinin uymadığını düşünmüştüm. şimdilik bu kadar...

Pazartesi, Eylül 25, 2006

Bahtsız Bedevinin Maceraları 27.yıl 354.- 359.günler

efendim en nihayetinde tatile gittim. ilk gün güneşli bir hava ama dalgalı bir deniz karşıladı beni, güzeldi, yüzdüm bol bol denizin gitmemi buyurduğu yöne doğru tabi, karşı gelmek pek mümkün değildi, kızgındı sanırım çok boşladım onu diye. neyse efenim kendimizi dünyanın merkezine yerleştirmeden, eylül'ün sonunda antalya'da fırtına varken denizin dalgalı olması normal. yüzüldü, sahilde uyundu, otel çalışanları ile alman turistlerle sohbet edildi. erkeklerle flört etmenin tadı özlenmiş o anlaşıldı. hayatta insan sadece çalışıyorum ayağına pc başında oturup ağlamıyormuş, bu da anlaşıldı. bol bol yemek yendi, çok lazımmış gibi.evet kısa ve güzeldi diye bitirebileceğim bir dinlencenin içindeyken,kendimi tam da rutin bir gevşeme ve rahatlık haline bırakmışken. yağmurlu hava son günde beni tuhaf düşüncelere sevk etti. bu nasıl cümle offff.
son gün sabah 06.30 civarında uyandım çünkü üşüyordum, e tabi insanın bir gün önce güneşlenirken birden böyle üşüyerek uyanması tuhaftı. baktım, hafif bir yağmur, sonra deniz dümdüz çarşaf gibi, ve tabi gökkuşağı. hemen giydim mayomu fırladım sahile, o kadar güzeldi ki, su sıcaktı hava serin tepemde gökkuşağı, ne güzel yaşamak diye düşünürken, annenin sesi beni zorla sahile çıkardı. neymiş efendim, yıldırım düşermiş başıma. yani anlaşılan o ki benim paranaoyaklığım sadece solculuğumla ilgili değil, genetik etkenler de var, gerçi anne de solcu. hayır yani bir yandan da kadın çocuğunu ve onun talihini öyle iyi biliyor ki, başına yıldırım düşecek diye endişeleniyor. neyse başıma yıldırım düşmedi, ama iyi ki anne denizden çıkarmış, çünkü yağmur birden hızlandı, deniz dalgalandı ve yıldırımları izlemek mümkün hale geldi. kahvaltıya gittiğimde bütün almanlar eski zamanlara özgü bir toplumsal kahraman ölmüşcesine ağlamaklı yas ifadeleriyle, bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izliyorlardı. kahvaltı sonrasında hemen hemen hepsi lobiye tıkıldılar. lobi sabah saat 10dan itibaren kanyak içen, ve ikinci kadehten sonra kırmızı suratlarına hafif bir gülümseme yayılmış almanlar, ve onlara içki yetiştirmeye çalışan garsonlarla dolmuştu, o kadar ki insan merdivenlere mermerlere falan oturuyorlardı. ben de böyle tuhaf bir kalabalığa dahil olmanın bana katacağı deneyimi göz ardı ederek, dışarıya yağmura çıktım, tabi açık havada cep telefonu ile konuşmayacağıma, dolayısıyla yıldırımları kendime çekmeyeceğime dair anneye söz verdikten sonra.
sahile gittim, üzerimde otelin çalışanları için yaptırttığı her yerinde otelin adı yazan bir yağmurluk, kulağımda kulaklık öyle kendi kendime sahilde yürüdüm. derken sahilde benim yağmurluğumun aynısına sahip 40lı yaşlarda biriyle karşılaştım, haliyle gülümsedik birbirimize, cebinden kanyak şişesi çıkarttı abi, (ilginçtir benim çok uzun süre aşık olduğum bir adam vardı onunla da muhabbetimiz böyle başlamıştı, karlı bir ankara gününde cebinden suratında aynı gülümseyişle kanyağını çıkarıp benimle paylaşmıştı, elbette farklı olan bu hikayenin bir aşk hikayesi olmaması en azından öyle bir hikaye olsa bile, kanyağı ikram edenin ile edilen arasındaki bir aşka dair değil.) tabi dedim büyük keyifle, adı güntermiş. sohbet etmeye başladık, güzel olan kakara kikuru bir muhabbetten ziyade sakin sesiz arada sırada sessizliğin bozulduğu ama sonra kendini yeniden gösterdiği birlikte yürümeydi. sonra yağmur atık iyice abartınca bir tentenin altına sığındık orada bana hikayesini anlattı.
10 yıldır her sene side'ye bu otele gelirmiş, beni de zaten daha önceden görmüşlüğü varmış, (otel annenin yakın arkadaşına ait, ben de hemen hemen her yaz ordayımdır). büyük bir aşkla bahsettiği karısı çok sevdiği için buraya gelirlermiş. tabi ki her zamanki patavatsızlığımla ben çocuğunuz var mı eşiniz çalışıyor heralde gibi manasız cümleler kurunca, adamın gözlerinde bir hüzün, meğer, karısı ve oğlu 6 ay önce trafik kazasında ölmüş, o da kendi yorumuyla kendisine acı çektirmek için buralara gelmiş. içim ezildi tabi yağmur sanki daha da bir çoğaldı hava daha da bir karardı, ne diyeceğimi bilmedim, sonra tuhaf bir enerjiyle ona yüzüklerin efendisinden bir şeyler anlattım( tatil boyunca kaçıncı kez olduğunu bilmeden kardeşe soracak olursak 855. kez yüzüklerin efendisini okuyordum)ilginç, duymuş ama hiç okumamış filmi de izlememiş, ama merak etti hikayeyi ben de almancamın yettiği kadarıyla, baştan sona anlattım hikeyeyi hoşuna gitti. herşeye rağmen devam eden hayattan hoşlanmadığına dair bir şeyler diyordu ki, gök gürledi ama nasıl bir gürleme ikimiz de korkudan altımıza yapıyorduk. güldüm, evet dedim hayat herşeye rağmen devam ediyor ve her türlü sıkıntı bir şekilde bizi terk ediyor, bu kötü olarak da nitelendirilebilir, ama sanki bir yandan da bu niteleme gidenlerden çok kendi ölümümüzle baş edememekten de kaynaklanır. evet adamcağız gayet kibardı böyle bir abuklamaya güldü haklısınız belki de dedi. saate baktık, öğle yemeği saatini kaçırmışız, hadi dedi kanyak da bitti gidelim bir yerlerde yemek yiyelim. olur dedim, güzel bir balıkçııya gittik daha önce kuzenimle gitmiştim ben o da karısı ile gelmiş, balıklarımızı yedik, sonra hapşurukların sayısı artınca otele dönelim dedim, ya da dedim ben kaçayım, hayır dedi haklısınız kalktık, odama gittiğimde, otel idaresinin odalara dağıttığı yorganın altında güzel bir uyku çektim.
ayrılmadan önce şöyle bir etrafıma bakındım ama göremedim, aslında büyük olasılıkla sahildeydi, ama gitmek istemedim yanına. şimdi yeniden ankara'dayım, kafamı bu düşüncelerde uzaklaştırıp teze dönmek zorundayım, yarın jüri var, evet efenim ben geldim, ve yine bu keşmekeşin içindeyim, neyse baklalım geçebilecek miyiz. endişeli değilim, fazla gevşedim heralde. ya da bunca acının içinde sanki dünyanın bütün yükü benim omzumdaymış gibi asılsız bir ruh halinin anlamı yok,anladım. yoksa büyüyor muyum?

bahtsız bedevinin maceraları devam edecek...

Salı, Eylül 19, 2006

oldu işte yine oldu, yine beceremedim rol yapmasını yine ağladım sokakta, hem bir de bu sefer tek başına ağlarken anneme yakalandım, şimdi tutturdu gidiyorsun sen buralardan diye, bilmiyorum off ya yeter gerçekten artık yeter. hiç bu kadar kızmamıştım kendime hiç bu kadar mutsuz da olmadım galiba, gidiyorum öyle görünüyor, annem devrim yaptı, ne kadar zor ya, kadın yıllarca uğraşsın didinsin, sonra sokakta yalnız başına ağlarken görsün. toparlanmak lazım acilen toparlanmak lazım. yanına gidip geyik yaptım az önce ama yutmadı.
a. yavrum yazık kendini unuttu bugün ben öyle sayla sümük ağlarken,kardeş aradı ağlayacağım diye korkudan soğuk yaptım azar attım. bu halden bir çıksam ben ya bir şekilde. sihirli değnek mi lazım ne lazım. kadim bir dostum bana sen hiç yanılmaz mısın hep mi, doğru tahlil yaparsın demişti, fena halde yanılıyorum dolicim, fena halde yanlış yapıyorum, ve fena halde 16 yaşında olmak istiyorum. doli ve s. ile 40 dakika içinde bir 35lik votka içip din dersine sarhoş girmek istiyorum. ya da t.'ye sarhoş olup torbanın içine ağladığı için gülmek, doli bir kazan suyu annemlerin eve gelmesine 1 saat kala girişteki halının üzerine döktü diye bayılmak istiyorum. gelecek kaygısı bana göre değil, onunla başedemiyorum, bir an önce bu kaygıdan kurtulmak istiyorum.

Pazartesi, Eylül 18, 2006

dolicim beni deşifre etmiş, bir de kızma demiş, kızar mıyım hiç, ama keşke etmeseymiş;)

neyse efenim hala tez jürisini bir araya getirme işini beceremedim, ve her beceremeyiş benim tatilimden yemekte. yani bir gitsek iyi olurdu, bu işi niye istediğimi falan hatırlardım, şimdi o kadar umursamıyorum ki jüri tezi reddetse bile olurmuş gibi geliyor, hatta belki öylesi daha iyi olur ben de sıkışınca başka bir istihdam olnağı düşünürüm. yalan ya bu da yalan, git kızım tatile artık git bir kafanı suya sok, bir deniz falan gör, biraz yaşama enerjisi topla, bırakma kendini.

bugünün iç sıkıntılarına neden olabilecek bir başka haber de kardeşten geldi, evini dayamış döşemiş yerleşmiş, her yer çok güzel olmuş, önce çok sevindim, nihayet kalacak yer sıkıntısını çözdü diye. ardından benim klacak yer sıkıntım aklıma gelince, ve hiç bir zaman çözülemeyecek gibi duran kalacak yer sıkıntım, kendime ait bir alan sıkıntısı, kıskançlık duygusu kendini gösterdi. evet kıskandım hem de 28 yaşında deli gibi kıskandım onu. en azından 1 sene kendi evinde yaşamanın tadına varacak benim bi tanem. benim ise kimbilir ne zaman??? ciddi ciddi çaresizlik duygusu içindeyim.

ama sonra benim bu tez depresyonunun tezle doğrudan alakalı olmadığını düşünürken, askerden yeni dönmüş bir arkadaşımla karşılaştım. ve kendimi dünyanın en şımarık insanı gibi hissettim, aylardır döktüğüm gözyaşları tüm kendime acımalarım, mutsuzluğum onun anlattıklarının yanında o kadar manasız kaldılar ki. evet biliyorum insan sadece kendi yaşadıklarını bilir, ve herhangi birinin yaşadığı bir diğerinin yaşadığı ile karşılaştırılamaz. ama yine de benim bütün bu zırlamalarım sırasında hiç kimse beni önce hakkını helal et deyip, sonra da tek başıma zifiri karanlıkta nöbete dikmedi, ya da biri bana aileme küfrettiğinde emredersiniz cavabını vermek zorunda kalmadım. militarizme karşı yapılabilecek ne var diye düşündüm, yani gerçekten etki yaratacak, başka sevdiklerimin gitmesini kesin bir şekilde engelleyecek bulamadım aklıma bir şey gelmedi.

bir hocam düşünerek dünyayı değiştiremezsiniz, çünkü akıl da bu dünyanın içinden gelişir beslenir demişti. dünyayı değiştirmenin yolu eylemdir demişti. şık bir tespit midir? yoksa hakikatin kendisi midir? ben ikinciyi tercih etmek durumundayım sanırım, en azından bir şekilde devam etmek için.

Perşembe, Eylül 14, 2006

iç sıkıntısı

ne yapmam gerektiğini kestiremediğim hallerden nefret ediyorum. yaşam enerjisi dediğimiz şeyin kaynağı nedir bilmiyorum ama benimki için ciddi bir azalmanın söz konusu olduğunun farkındayım. bir yandan da civarımdaki herkesin yaptığı yanlışları, enerjiyi çoğaltacak şeylerden ziyade bu enerji azaltmaya yönelik davranışlarını da görüyorum,sonra acaba ben de onlar gibi miyim sorusu ile kendini gösterdiğinde hiç kimsenin bir diğerinden daha farklı yaşamadığı gerçeği ile karşı karşıya kalıyorum. ama her zaman yetemiyorum her zaman aynı değilim, ve bunu anlatmak bile anlamsız aslında. yorgunluktan mı, bir türlü gelmek bilmek regl yüzünden hormonlarımın bana oynadığı bir oyunun etkisiyle mi böyle hissettiğimi bilmiyorum. işte kadın olma hali her daim zor oluyor galiba. bir yandan da merak ediyorum, bizim ilkel toplum dediğimiz, toplumlarda yaşayan kadınlar da bu kadar deliriyorlar mıydı regl dönemlerinde? hormonların değiştiği ve daha hassas olunduğu regl öncesi için biyolojik gerçek olmakla beraber, sanki artık yeniden modern olarak adlandırılmaya başlanmış toplumlarda bir tür toplumsal cinnete paralel bir depresyona işaret ediyor. cümleye bak ne demek istedin yavrum bu cümleyle ne yazma amacıyla oturdun pc'nin başınma yazdığına bak OFFFF çok sıkıcı oluyorum bazen ben de farkındayım. ama sanırım meseleleri toplumsal düzeyden soyutlayarak analiz etme yetimi çoktan unutmuşum, bu da sorunlardan kaçmanın solcu versiyonu sanırım.

benim asıl demeye çalıştığım yaşama dair hissettiğim bıkkınlık duygusu ile başetmekte güçlük çektiğim, ve bu durumda uzaklarda ailesini ve sevgilisini deli gibi özleyen kardeşime söylediklerimin, çevremdeki yakın arkadaşlarımın depresyonlarını hafiletebilmek için söylediğim her umut dolu cümleciğin aslında içi boş cümleler olduklarını itiraf etmem gerekiyor. neyseki henüz kimsecikler bilmiyor bu sayfayı, ama işin aslı bazen ben de gerçekten inanıyorum söylediklerime, ama sonra savaşa, ama sonra komplekslere çarpıyorum. ilk defa çarpmıyorum bunlara elbette, bu ruh hali zorlanıyor artık sanırım, bir gitsem evet sanırım bir süre ara vermem lazım, içim sıkılıyor, düşünmek yoruyor artık, gelecek kaygısı denilen nane bana iyi gelmedi, insan 26sından sonra gelecek kaygısı yaşarsa olacağı budur işte, çok geçtir herşey için geriye sadece depresyon kalır. yaşam için bir şey yapmalıyım. ve sanırım bunu minimize gündelik umutlarla becermem gerekecek,zira büyük umutların yıkıntısı daha büyük oluyor.

Salı, Eylül 12, 2006

gel git li ruh halleri içinde, yaşamaya devam, bunlar sonra da düzenli günlük tutulacak , unutulmuyacak yaşananlar.
tez bitti, hiç bitmeyecekmiş gibiydi bitti, biterken depresyonu da bitirir diye umut ediyordum, ama sadece rol yapma yeteneğimi arttırdı, en azından sokak ortasında ağlamıyorum artık. aslında bu da yalan, iyi hissediyorum kendimi ara sıra ama bir tuhaf manasız hüzün ile başetme gayreti içinde rol yapıyorum. kafamın ne ara bu kadar karıştığını ne zaman kendimi bir tür girdapın içinde bulduğuma dair de bir fikrim yok.

sanırım tatil yapmam lazım eğer mümkün olabilirse...

yani aslında ne yapmam gerektiğine dair söylediğim düşündüğüm herşey boğuyor beni bir süre sonra
üzgün müyüm, bilmem nedir bu kadar karmaşık hele getiren yaşamı...

bugün heralde gazetede okudum emin değilim, picasso'nun guernica tablosuna ilişkin bir şeyler, sonra o köyün bir resmini daha buldum netten, büyük ihtimalle hava saldırısından önceki halini resmetmek istemiş birileri. hoşuma gitti. guernica'yı savaşın ve katliamın örneği simgesi haline gelmesinden iyidir didye düşündüm. ancak bir yandan da yaşananı yok saymak da tehlikeli, bilmiyorum, bu kafa karışıklığı ile yazmamak lazım sanırım, şimdi gidiyorum.

Cumartesi, Haziran 24, 2006

...

İnsanlar anlamsız bir coşku ve aceleyle koştururken, onların bakışlarını yakalamanın keyfine daldı. Onlara bakarken onların ritmine uyduğunu, belki onlardan tek farkının amacın eksiliği olduğunu fark etti. Bu da dışarıdan fark edilemeyeceğinden kendisi gibi birilerinin de onun bakışlarını yakalayıp yakalamadığını, onun gibi gözlem yapıp yapmadığını merak etti. Bu düşünce ilk anda sinirlendirdi onu. Doğal olarak insanların diğerlerine yukarıdan bakmasından hoşnut değildi. Yaşayan tüm canlıların anlamsız bir keşmekeş içine çekildiği bu dünyada, bir de kendileri sanki bunun dışındaymış gibi yaşayanlara hiçbir zaman hoş gözle bakmamıştı. Adımlarını sıklaştırdı, soğuk havayı iyice içine çekti. Sıkılmıştı insanlardan.



You Are Italian Food



Comforting yet overwhelming.

People love you, but sometimes you're just too much.

hayatta yapılacak bu kadar çok hata varken...


aynı hatada ısrar etmek niye?
Bıktım artık...






In a Past Life...



You Were: A Greasy Sailor.



Where You Lived: Peru.



How You Died: Dysentery.




Slow and Steady



Your friends see you as painstaking and fussy.



They see you as very cautious, extremely careful, a slow and steady plodder.



It'd really surprise them if you ever did something impulsively or on the spur of the moment.



They expect you to examine everything carefully from every angle and then usually decide against it.




You Have A Type B+ Personality



You're a pro at going with the flow

You love to kick back and take in everything life has to offer

A total joy to be around, people crave your stability.



While you're totally laid back, you can have bouts of hyperactivity.

Get into a project you love, and you won't stop until it's done

You're passionate - just selective about your passions




All American Kid



Popular but not plastic. Athletic but not a jock. Smart but not a brain.



You were well rounded and well liked in high school.




You Will Die at Age 64



You're pretty average when it comes to how you live...

And how you'll die as well.




Your Brain is 47% Female, 53% Male



Your brain is a healthy mix of male and female

You are both sensitive and savvy

Rational and reasonable, you tend to keep level headed

But you also tend to wear your heart on your sleeve




You Are Apple Green



You are almost super-humanly upbeat. You have a very positive energy that surrounds you.

And while you are happy go lucky, you're also charmingly assertive.

You get what you want, even if you have to persuade those against you to see things your way.

Reflective and thoughtful, you know yourself well - and you know that you want out of life.




Your Blog Should Be Green



Your blog is smart and thoughtful - not a lot of fluff.

You enjoy a good discussion, especially if it involves picking apart ideas.

However, you tend to get easily annoyed by any thoughtless comments in your blog.




You Communicate With Your Body



This isn't as bad as it sounds, it just means that you're a "touchy-feely" person.

You need a lot of affection in your life. And for you, this means both giving and receiving little touches.

Warm hearted, you bond with people easily. In fact, you often feel a little sad when you're not in the company of others.

A little moody, you tend to be controlled by your emotions. But a bit hug always comforts you!




You Are Indigo



Of all the shades of blue, you are the most funky, unique, and independent.

Expressing yourself and taking a leap of faith has always been easy for you.

Sahalara Geri Dönüş

Blogumun çok fazla deşifre olması durumundan duyduğum rahatsızlık nedeniyle şimdi yeni kimsenin bilmediği bir sayfa açtım kendime...
Hem kamusala karışma ihtiyacı hem de kim olduğunu bilenlerden aşırı rahatsızlık. Hayatın karşımıza çıkardığı sıradan çelişkilerden biri sadece. :)