Salı, Eylül 18, 2007

bir haftalık yemekler










bunlar bana mail olarak geldi kaynak gösteremeyeceğim.

post (ya da google türkçesi gönderi) no: 105




bu resimleri ben şuradan buldum. amcamın adı Yann Arthus Bertrand. olanağı çokmuş falan diye bok atasım geldi kendisine. paylaşayım istedim.

doli'ye özel ps: bak link verdim. ;)

Cumartesi, Eylül 15, 2007

işte böyle ara sıra...

şimdi bu blogger yaptığı iş değil, başlık atmanın ciddi bir kriz yarattığı bünyede, yediği naneye bak. adamlar bir de "etiket" ler çıkardı. yok kardeşim istemiyorum böyle bir sınıflandırma, sınıflandır sınıflandır nereye kadar. bir yanıyla da bu yazıları kendim için yazıyorum kardeşim ne için kendimi sınıflandırayım. bu kadar da yüzeysel bir ilişki biçimi istemiyoruz kardeşim. "bakayım ilgi alanlarına okuyayım bloguna ona göre devam edeyim, ya da etmeyeyim" bu kadar seçici bir yaklaşım istemiyoruz. ve evet efendim aslında başka bir şey yazacaktım buraya ama aşağıda etiket seç lafını görünce delirdim. aslında delirten şeylerden biri de bu ilk sayfada şu kadar yazılar lafı. kardeşim biz bunu türkçede bu şekilde kullanmıyoruz. sen kendin bu kadar özensiz ol, sonra benden özen iste. cık cık cık kızmışım bak.

neyse efendim amaç aslında ne kadar kötü bir zaman diliminde yaşadığımızın bir kere daha ayırdına varmıştım, paylaşayım istedim.

müzik dinlerken, epey uzun süredir, söylemekten keyif alacağım, kendi kendimeyken mırıldanacağım türkçe bir şarkı ile karşılaşmadığımı, uzun süredir de şarkı söylemediğimi fark ettim. evet dünyanın en güzel sesine sahip olmasam da severim arada mırıldanmayı. belki de yaşlanma ile ilgilidir bilmiyorum. bir zamanlar gençken, lokalin arka bahçesinde toplanıp hep beraber şarkı falan söylerdik. şimdilerde ise bu o kadar komik bir durum ki, ben acaba o zamanda mı komik olarak algılanıyordu diye şüpheye düşüyorum. gerçi bu da pek rasyonel gelmiyor, keza o ekibin bugün hayatla hemen hemen hiç sorunları yok. o zaman ya ben büyüyemedim, ya da büyüdüm ama kabullenemedim.

neyse efendim bu olasılığı elersek, durum şu ki: memlekette uzun süredir güzel bir müzik yaratılamamış. yaratıldıysa da yaygınlaşamamış. bu da bu çağda yaşamanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu bir kez daha gösteriyor. o kadar kötü ki, başkasının dili ile müziğe zorlanıyoruz. bu o kadar korkunç ki; adamlar bunu evrenselleşme adına pazarlamaya kalkıyorlar. halbuki, evrenselleşen sadece sığlık oluyor. aslında epey tehlikeli sularda yüzdüğümün ben de farkındayım. bu laftan pekala evrenselciliğe karşı olduğum hatta bir tür "özcü" olduğum suçlaması yöneltilebilir. ama demeye çalıştığım şu ki, hayatla ilk kez karşılaştığın ve bağını onun dolayımıyla kurduğun dil ile müzik yapılmamasını kast ediyorum. ve tabi egemen olan dilin ise içinin boşaltılmasını. yoksa asla insanların kendilerini en iyi kendi dilleri ile kendilerini ifade edebileceğini iddia etmiyorum. o başka konu.

asıl mesele şu ki buralara özgü kendimizi ifade etme biçimlerinden birini elemişiz. bu da bizim kuşağı en zavallı kuşak yapar. çünkü en azından bizim kuşağımız bir zamanlar insanların kendilerini bu şekilde de ifade edebildiklerini biliyor. ne bileyim antik çağlarda insanların kendilerini ifade etme şekilleri o kadar etkiliymiş ki biz bugün onlara dair bir takım kestirimlerde bulunabiliyoruz. tarihe not düşüyoruz lafı o kadar anlaşılır hale geldi ki benim için. yani biz sadece not düşebilecek kadar yaşamasına izin verilen bir kuşağız. büyük haksızlık. beni okuyanların içinde müzikle az da olsa iletişime girenlere sesleniyorum: bir şey yapın. bu çağda yaşamaktan ve not düşmekten sıkıldım.

maruzatım budur...

Perşembe, Eylül 06, 2007

acaba yoksa hadi canım...

hayat hep böyle olacak galiba. ne kadar açıklayıcı bir cümle oldu değil mi? ama aslında bir yandan da hakikaten oldu.

bugün 1997-2007 yılları arası gazeteleri tarama işini koymuştum önüme. tabi ki mümkün olamadı, 2000 yılı ekim ayına gelebildim ancak. tabi ki tek bir gazetede. oldukça tuhaf bir gezinti oldu. ilk yüzleşmem gereken "yakın tarih" diye adlandırılan şeyin benim için hakkaten iyice yakın olmaya başladığı gerçeği oldu. yani dün gibi hatırladığım mevzular haline gelmiş 10 yıl öncesi. yaşlılık alemetleri... neyse efendim sonra bu kadar acıya nasıl katlanmayı becerdiğimizi düşündüm insanlık olarak. ayrıca zerre kadar da akıllanmamışız. çok ilginç gündelik yazılarda hemen hemen hiç bir değişiklik yok. pek ala her birini döndürüp döndürüp, yani isimleri değiştirip, tarihleri de değiştirirek olduğu gibi basılsa bugünün haberi yazısı haline geliverirler. heralde bunu düşünen tek kişi değilimdir. kaldı ki bu söylenenler epey de ucuzladı, büyük olasılıkla. ama işte bugünkü gündemimiz de bu.

kendi kendimle çatışıyor olmaktan o kadar çok usandım ki. hakkikaten başka bir hikayenin parçası olmayı tercih ederdim. napalım payımıza düşen buymuş idare edeceğiz. bazen ama işte bunalıyorum, bu şekilde yakınmaya başlıyorum.. galiba böyle zamanlarda yazı yazmayı tercih ediyorum. en azından buraya.

hafta sonu kaleye gittim. birileri ile gitmeyi kuruyordum uzun zamandır ama bir türlü yanıma yoldaş bulamayınca, tek başıma gittim ben de. pirinç hanın içindeki bir zamanlar pek insanın gelmediği, anlamadığım şekilde kalabalıklaşmış yere gittim. neyse orayı severdim, çünkü sessizdi. tuhaf kalabalıktı ama yine de sessizdi. insanlar neredeyse fısıltı ile konuşuyordu. müzik de yoktu. tabi ki başlangıçta. hatta insanların sessiz havasını toplu halde sevmeye başladılar buranın havasını ve havayı bozmamaya çalışıyırlar diye düşündüm. oturdum okudum, etrafı inceledim, birazcık okuduklarımdan not almaya bile başladım. veeee beklenen an: 9 kişilik bir ekip, olabildiğince gürültülü bir şekilde daldılar mekana. önce burada niye müzik yok şeklinde koro halinde serzenişte bulundular. sonra bas bas bağırarak ukalalık ettiler.

neyse ben artık yazamayacağım. kendi yazdığımdan sıkıldım. bilahere...