Perşembe, Ekim 30, 2008

Çarşamba, Ekim 29, 2008

noluyoruz?

efendim az önce fark ettim ki, bazı blogspotlara halen erişemiyoruz. misal: kandanadam, erhan bey. nedendir ki?

blogumuz geri dönmüş

epey sinir bozucu olan blogspot uzantılı adreslere erişimin engellenmesi durumuna son verilmiş, ama aluminyum folyo'dan öğrendiğimiz kadarı ile delil toplanması (yani delilleri toplamadan, öyle tamamını kapatıvermişler, eğlenceli topraklarda yaşıyoruz kimse inkar edemez.) için geçici bir durummuş bu. peki. bendeniz doli'nin güzel ifadesiyle ktunnel dehlizlerinden bloguma ulaşmayı beceremedim. bu sebeple "pes" başlıklı yazımız güme gitti. şu anda da ortaçağ'da kilisenin güç olma yolundaki düşünsel hamleleri ile uğraştığımdan, bu konu ile ilgili pek bir şey de yazasım yok. tek diyebileceğim -ki bu da daha yazmadan epey acıklı göründü- alıştık artık.


Cuma, Ekim 24, 2008

soru: bu tabloları kim yaptı?











cevap: adolf hitler

Salı, Ekim 21, 2008

mysteria geri döndü: özet no bilmemki kaç- 9

cuma günü güya iki saatliğine okula gittim. yeni bir istihdam olanağının peşinde, z. hoca'dan referans almaya gittim. z. hocamı pek özlemişim, çıkamadım yanından, iki saat oldu üç saat. odasından çıktım, a. ile karşılaştık. hoş beş geyik ile karışmış dertleşmemizin sonuna doğru, kaplumbağalar da uçar filminin okulda gösterileceğini, filmin yönetmeni Bahman Ghobadi ile bir söyleşinin gerçekleşeceğini öğrendim. filmi izlemediğimden, film başlayalı 15 dakika sonra da olsa salona girdim. bundan sonrasını, filmden çıktıktan sonra gözyaşlarımın izin veridği kadar not defterine yazdıklarım anlatsın. ardından yine devreye gireceğim.

"çocuklar siyasi mahkumlardır." gilles deleuze

en hassas olana dahi belli bir süre sonra "anlam kaybı" yaşatan bir kelime "savaş" . o kadar hızlı gündeliğin bir parçası haline gelebilmesini bu özelliğine bağlayabiliriz. gündeliğin sıradan ve olağan bir parçası olmayan bir savaş onlarca yıl sürebilir mi? insanın acımasızlığının, belleksizliğinin tek başına kapitalizm ile açıklanabileceğine dair şüphelerim var. ama asla şu anda kapitalizm ya da emperyalizm gibi konularla ilgilenemiyorum. tekil kişilerin bir toplumsal bağlam içinde yetişmelerine rağmen, ne uğruna bu kadar acıyı "makul" görebildiğini de anlayamıyorum. belki de kendi kişisel depresyonumun etkileridir bunlar, bilemiyorum. uzun zamandır "sahici" bir film izlememiştim. ankara'nın tuhaf lokantaları üzerine yazmayı düşünürken, a.'nın tavsiyesiyle film izlemek, bakış açımı yerinden oynattı. bir kaç gün öncesine kadar "masumiyet müzesi"ndeki aşk acısının, mutluluğun, obsesyonun üzerine yazmak isterken, savaşı tamamen normalleştirmişken, şimdi yeniden savaş diye iki saniyede telafuz edilen mefhumun ne kadar büyük bir acı ile ilgili olduğunu hatırladım. büyük olasılıkla üç gün sonra unuturum. bu söyleşiye giremeyen beni bir sonraki söyleşide konu üzerine ahkam keserken bulabilirim. hep melonkoloki bir tiptim galiba, ama bu hikayenin "ben" ile doğrudan ilişkisi yok. bir yanıyla "kaplumbağalar da uçar" filmini izleyip, ardından sakin bir söyleşi yapabilmenin, filmin en olmadık yerinde kürt hareketi ve abd arasındaki bağlantılar üzerine düşünebilmemin mümkün oluşu, film bitince fazla duygusal gözüyle bakılan üç beş kişiden bir oluşum, belki de ç'nin dediği gibi, başka bir mutsuzluğu buraya yansıtmamla ilgilidir. belki de her zaman olduğu gibi, yoğun stres altında "aşırı tepki" veriyorumdur. ama öncesinde karar vermiştik, bu hikayenin "ben" ile bağlantısı yok. varsa da bununla yüzleşmek istemiyorum, keza daha büyük bir yüzleşmeyi 25 dakika kadar önce deneyimledim ve bu yüzleşme kişisel hezeyanlarımdan daha önemli geliyor.

savaş'ın üç ünsüz ve iki ünlü ile yazıldığını, bu ünsüzlerin hangileri olduklarını, ve doğru sıralamasını 7 yaşımdan beri biliyorum. film kelimenin biçimini değil, içeriği hakkında bilgi sahibi çocuklar üzerineydi. kendi çocuğunu öldürene dahi sinirlenmeye, öfke beslemeye izin vermeyen sert bir film. mayınların gündelik yaşamın sıradan bir parçası olduğunu izlerken, itiraf etmem gerekir ki, masumiyet müzesi'nden etkilenerek üzerine düşündüğüm herşey anlamsızlaştı. çocuklar pazardan elma alır gibi, silah kiralayabilirken, öğretmenleri ders çalışmak yerine silah talimi yapan çocuklara, ufak bir ağız dalaşından sonra "aferin" derken, nasıl olup da her sabah sanki bu koca dünyada hiç birproblem yokmuş gibi kendimiz, yaşamımız üzerine endişelenebildiğimizi, mutluluğumuzun peşinde yıprandığımızı da anlayamadım. ya da bir gece önce "gerilip, gerilmediğim", "kabul edip edemeyeceğim" üzerine sorgulanmayı da... "örgütlü şiddet ve uzun soluklu savaşı engellemek mümkün mü?" "sosyalist bir dünyada bu sorun çözülür mü? soruları oldukça anlaşılmaz, hiç karşılaşmadığım bir dilden sorulmuş sorular gibi...

"bu bir film abla!" evet bilioyrum, bunu tek anlamı gerçekten çok daha büyük kötülüklerle karşılaşan, birilerinin gündeliğinin önemli bir parçasını bu kötülüklerin oluşturduğunu düşünmek içimi aıtıyor. "ben bunun bir parçası olmayacağım" diyenleri büyük bir şevkle takdir ediyorum. vicadani retçileri.

filmin bir sahnesinde, 3-4 yaşlarında küçük bir çocuk ırak-türkiye sınırında durmuş ağlıyor, yanına gelen ondan 5-6 yaş büyük iki çocuk ise, ağlamasın, neşelensin diye onu güldürmeye çalışıyorlar. çocuklardan tek ayağı kesilmiş olanı, kesik ayağını tüfekmiş gibi koltuğunun altına sokarak sınırın ileirsinde nöbet tutan askere bağırıyor, ağzından tüfek sesi çıkarıyor. ardından asker rastgele ateş ediyor, küçük çocuğu kucaklayıp kaçıyorlar.

dışarıda kısa bir süre ağladıktan sonra filmin yönetmeni ile yapılan söyleşiye girmeyi denedim. ama kalabalık asıl olarak içeride bulunduğum 30 saniye içinde yönetmenin "ben hep biraz çocuk kaldım" demesi beni dışarı itti. bilmiyorum, belki de filmin çokcuk kalmakla ilgisi vardır. belki de tüm çocuklar, bilgisayar oyunu ile büyüyeninden, kesilmiş bacağınıtüfek olarak kullanana kadar, tüm çocuklar deleuze'ün dediği gibi siyasi mahkumlardır.

siyasi mahkumun ne anlama geldiğini, 14 yaşımda erdal öz'ün yaralısın isimli kitabını okuduğumda anlamıştım. daha önceden n. dayısının siyasi mahkum olduğunu söylediğinde seziyordum, ama anlamıyordum. şimdi çok daha farklı bir anlamı var benim için. bu anlamlar içinde tüm çocukların siyasi mahkumlar oluşu üzerine düşünmek bir kez daha içimi acıtıyor. yönetmen uzaydan gelmediyse hepimiz birer siyasi mahkumuz. 17.10.2008

böyle bir ruh hali ile artık izmirde yaşamaya başlamış, d.'nin ankara ziyareti sebebiyle toplanan arkadaşş ekibine dahil oldum, ve sandığımdan çok daha kısa süre içinde, eğlenmeye muhabbet etmeye başladım, ama yukarıdaki yazıyı "tarihe not düşmek" adına önemsediğimden üşenmeyip yukaıya yazdım. ister istemez düşünüyor insan, nasıl bu kadar hızlı unutabildiğini...

neyse, aslında depresif günler geçirmedim. o gece müstakbel ev arkadaşım t.'nin evinde kaldık, ve sabah çok keyifli kahvaltı yaptık, vakit geçirdik, sonra tabir yerindeyse keyif pezevenkliğinin verdiği sarhoşlukla, t'nin bir gece önce
barda unuttuğu çantayı almaya gittik, barın açılışı şerefine bir kokteyl düzenlenmişti, orada kahvaltı üstüne birer bira içtik, sonra benim eski mi desem bilemediğim işyerimden yann arthus bertrand amcamızın foto arşivini almaya gittik. malasef benim eski pc çökmüş, format atılmış, arşivim güme gitmiş. sonra t.'nin evine geri döndük, sohbet, fotoğraflar, mysteria'nın hassas tarihinin sayfalarını karıştırdık. pek eğlendik. o kadar ki eve geri dönmeyi hiç istemedim, ama el mecbur dönmek gerekiyordu, aksi durumda evden çıkılamadığı için ev arkadaşlığı kurguladığımızdan daha erken başlayabilirdi.

ertesi günü evde makale okuyarak geçirdim, artık birazcık daha fazla konsantre olabiliyorum galiba. ama hala kaptıramadım kendimi, bakalım bakalım...

dün yeni istihdam olanağının peşinde bildik tanıdık laia halleri, bütün gün koşturdum, son dakikada başvuruyu yaptım, ya da umarım yapmışımdır. sonra soluğu, daha önce sözleştiğimiz üzere t.'nin evinde aldım. (ev arkadaşlığımız başladı mı ne?) pek güzeldi iki film üstüste izledik, arada dertleştik. t.'nin samimiyeti, sakinliği, sıcaklığı bana iyi geldi.

böyle işte mysteria'ya dönüş.


Perşembe, Ekim 16, 2008

masumiyet müzesine dair -1 (giriş)


devamının yazılıp yazılamayacağını şimdiden kestiremediğim, ama aslında yazılmasını istediğim bu yazıya başlangıç ayhan yalçınkaya'nın bilim ve ütopya dergisi'nde yayınladığı ütopyalar üzerine bir makalesi aracılığıyla öğrendiğim huyssen'in bir değerlendirmesi olmalı. "Adorno'nun daha önce belirttiği gibi museum (müze) ile mausoleum (antıkabir) arasında ses çağrışımının ötesinde bir bağlantı vardır. Müzeyi bize ölümümüzü unutmamızı sağlayan bir şey olarak ve bu niteliği ile ölümü yıkıcı bir biçimde yadsımaya eğilimli bir çağda yaşamı mumyalaştıran değil, zenginleştiren bir kurum olarak görebiliriz."

*resim sarah bishop'tan...

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Fatma Korkmaz


bakire olmadığı iddiasıyla evlendiğinin ertesi günü evine gönderildi. intihar etti. ailesi otopside bakire olup olmadığını kontrol ettirdi. iddianın gerçekliği sorunu, kızlarının ölümünden daha çok can yakabilirdi. ölü bedeni de tıpkı yaşayan bedeni gibi ona ait olamadı.


Salı, Ekim 14, 2008

evde olmaya dair


1 haftadır işe gitmiyorum, aslında tam olarak evde oturduğum da söylenemese de, asli adresimin ev olması haline ilişkin bir kaç çıkarım edindim.

öncelikle, dr.a.teyze gündüz saatlerinde bizim evde, hiç kimse izlemediği halde inatla açık tutulan tv gibi asli unsur haline gemiş. o kadar ki "telefonu meşgul etmeyin telefon bekliyorum" diye telefonla konuşurken yanınızda bitebiliyor. e bu durum sadece bana tuhaf gelmediğinden olsa gerek, günün dr. a. teyze saatlerinde kimsecikler (annem hariç tabiki) salona uğramıyor. babam da eskisine nazaran vaktini dışarıda geçiriyor. tabi ben bu geçişin nasıl olduğuna ilişkin süreci bilmediğimden sürece ilşkin iki tahmin geliştirdim. ya babam, yeni edindiği iş dolayımıyla daha fazla dışarı çıktığından dr. a. teyze bizim eve yerleşti, ya da dr. a. teyze bizim eve yerleşmesiyle babamın evde oturma huyundaki değişiklik vuku buldu.

bir de bana ilişkin yoğun bir sabır gösterme, üzerine gitmeme kararı alınmış gibi. yani varlığım onları az da olsa huzursuz etmişe benzer. haksız da sayılmazlar aslında, ben bile yadırgıyorum evde olmayı, bu beni mutlu etse de.

ayrıca bizim eve ne kadar çok telefon geldiğini unutmuşum. ve telefonların %99'u ona gelse bile, telefona her daim bakamadığını. e haliyle bu durum sürekli bölünme bana işimi anımsatıyor.

saat 18.41 itiariyle evde oturmanın bir faydası: güzel görüntülerle karşılaşmak...

Pazartesi, Ekim 13, 2008

...

"Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca"

"Hayatın, insanlığın çoğunluğu için, içtenlikle yaşanması gereken bir mutluluk değil,baskılar ve cezalarla ve inanılması gereken yalanlarla yapılmış dar bir alanda, sürekli rol yapma hali olduğunu, ilk bu sıralarda sezmeye başlamış olmalıyım. Oysa gittiğimiz bütün Türk filmleri bu "yalan dünya"dan çıkışın "hakikilik" ile mümkün olduğunu ima ediyordu."

"Anları birleştiren ya da müzemizde olduğu gibi, anları içinde taşıyan eşyaları birleştiren çizgiyi gözümüzün önüne getirmeye çalışmak, hem çizginin kaçınılmaz sonucunu, ölümü hatırlattığı için hem de çizginin kendisinin -çoğu zaman hissettiğimiz gibi- pek bir anlamı olmadığını yaşımız ilerledikçe acıyla kavradığımız için üzer bizi. Oysa "şimdi" dediğimiz anla, Çukurcuma'ya akşam yemeklerine gitmeye başladığım günlerde olduğu gibi, Füsun'un bir gülümsemesiyle, bazan bir yüzyıl yetecek kadar mutluluk verebilir bize. Keskinlerin evine hayatımn geri kalanında bana yetecek kadar mutluluğu almaya gittiğimi daha baştan anlamıştım ve evlerinden Füsun'un dokunduğu irili ufaklı küçük eşyaları, bu mutlu anları saklamak için alıp götürüyordum."

"Hayatımızı Aristo'nun Zaman'ı gibi bir çizgi olarak değil de, böyle yoğun anların tek tek her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, şimdi yıllar sonra düşündüğüm gibi Füsunların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür."

Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi

*kitabın ilk sayfasından itibaren özne- yüklem uyuşmazlığı gibi, tarafımca oldukça sık tekrarlanan dolayısıyla blog okurları için tanıdık hatalara rağmen kitap bana iyi geldi. ben daha bu kitaptan çok alıntı yaparım gibi. şimdilik yarıladım, a.m.a ve ö.'nin değerlendirmelerine şimdilik ekleyebileceğim pek bir şey yok. a.m.a'ın dediği gibi kurgu sağlam, ama ö'ye katılmıyorum, gereksiz yere uzatıldığı konusunda. bana kalırsa ö'nün bu yorumu büyük ölçüde, aşk acısını deyim yerindeyse abartılı bulmasından kaynaklanıyor. aşık olduğu kadın, kadının annesi, babası ve kocası ile birlikte 1593 akşam yemeği yemekten mutluluk duyulması ona anlamsız geliyor. kuşkusuz en sevdiğim sanattır mübalağa :)

...

"Acı güçlendiği vakit, şekilde görüldüğü gibi, göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime bir tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş gibi içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlayarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organlarıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı, alnıma enseme, sırtıma, hayallerime ve her yerime vurur, beni boğar gibi sıkıştırırdı. Bazan göbeğimde, tam göbek çukurunun etrafında, resimde gösterdiğim gibi, sanki bir yıldız şeklinde birikir ve asitli sert bir sıvı gibi boğazıma, ağzıma dolup sanki beni boğup öldürecekmiş gibi korkutur, oradan bütün gövdemi zonklatır beni inletirdi. "

Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk

* Orhan Pamuk'a ilişkin not: Onun için herşey para ile ilgili gibi geliyor bazen. Sadece kendi gençliği ve deneyimlerini var kılan ortam onu yazmaya itiyor. Belki hakkaten ressam olmalıydı, ama o zaman Nobel ödüllü olamayacaktı. Bazan sahici geliyor bana da yazdıkları, buradan benim de aslında o boş vakite sahip olduğum sonucundan fazla bir şey çıkar mı, emin değilim. ama Cevdet Bey ve Oğulları ile Kara Kitap'tan sonra ilk defa yeniden Orhan Pamuk üzerine düşünüyor olmamın bir anlamı olsa gerek. Yukarıdaki paragrafta erkeklerin nasıl acı çektiklerine ilişkin ipuçları saklı mı acaba diye düşündüm. Acımı hiç bedenimdeki etkileri üzerinden anlatmamışım bu bloga. Belki de bugüne kadar, acımın bedenim üzerindeki etkilerini hissettirmemesidir bunun sebebi. Yukarıdaki metni ilk okuduğumda, aşk aıcsının onda reflü olmak şeklinde tecelli ettiğini düşündüm. Ama etmiyor aslında, böyle düşünmemin tek nedeni reflünün nasıl bir şey olduğunu bilmem. :) Mysteria geri mi dönüyor ne?

** Artık işe gitmiyor oluşumun, annemin akrabaları üzerindeki, "ya bu kız daha ne kadar anasına yaslanacak" sorusunu hiç çekinmeden dile getirme etkisi yaratmasından hoşnut değilim. Yetişkin dünyasına evlenip, sabit bir iş edinip, girmem gerektiği konusunun bu kadar sık gündeme girmesi de hoşuma gitmiyor.Yani bu yaklaşım yüzünden bunca zamandır, salt angarya olan bir işte kendimi depresyonun en ağırlarından birnin içine soktum. Bedenim hastalandı, reflü oldum, 20 kilo aldım. Demem o ki, o iş bana iyi gelmiyor, umarım geri dönmek zorunda kalmam.

***Az önce annemin amcasının telefonunun beni bu kadar rahatsız etmesi, acaba benim de kendime ilişkin olarak çok aynı olmasa da benzer duygular taşıdığıma işaret midir? Yani, bir türlü ders çalışmaya konsantre olamam, ve zamanımın giderek daralması beni ürkütüyor. Ama buna rağmen, çalışma işine bir türlü girişemedim, bugün c. buluşalım dediğinde, dışarı çıkmanın beni iyi hissettirmeyeceğini düşündüğümden hayır dedim. Ama Orhan Pamuk okumaktayım, haydi hayırlısı... Aslında nereden başlayacağımı kestiremiyorum, ama ortada tabiki: İlk alanımız siyasal düşünceler tarihi, hızla tekrar edip, çağdaş siyasi akımlar, ve tezim üzerine ikna edici, bir kaç şey söyleyebilmem gerekiyor. Bunlar içinde 1,5 ay sıkı çalışma ve tez hocamla konuşma yapmam gerekiyor. Tez hocam, herkesin neden ürktüğünü anlayamadığım bir adam. Bunun iki anlamı var: Ya ben başıma neyin geleceğinden habersiz bir şekilde iyi anlaşıyoruz yanılgısı içindeyim, ya da hakikaten iyi anlaşıyoruz.

Pazar, Ekim 12, 2008

...

"Küçük Mysteria'lar genellikle yılda bir kez, ilkbaharda, Antheseria (çiçek bayramı) ayında (mart) yapılırdı. Törenler, Atina'nın bir dış semti olan Agrae'de düzenlenir ve bir mystagogos* yönetiminde gerçekleştirilen bir dizi ritüelden (oruç, arınma, kurban törenleri) oluşurdu. Herhalde, iki tanrıçanın mitinin bazı bölümleri erginlenme adayları tarafından yeniden canlandırılırdı. Yine yılda bir kez, Boedromion (yardım eden) ayında (eylül-ekim), Büyük Mysteria'lar kutlanırdı. Törenler sekiz gün sürer ve "elleri temiz olan" ve Yunanca konuşan herkes, kadınlar ve köleler de dahil olmak üzere-tabii ilkbaharda Agrae'de hazırlık ritüellerini yapmışlarsa- Büyük Mysteria'lara katılma hakkına sahipti."

*Eski Yunan'da myteria'ları öğreten rahip

Dinsel İnançlar ve DüşüncelerTarihi, Mircea Eliade

Cuma, Ekim 10, 2008

NATO'ya Hayır Savaşa Hayır

nato'nun kuruluşunun 60. yılı vesilesiyle, nasıl olup da insanlar arası savaşları düzenleyen, ülkelerin birbirleriyle, bir diğer gruba karşı bir araya geldiği bir kurumun 60 yıl boyunca var olabildiğini mesele haline getiren insanlar, aşağıdaki bir metin kaleme almışlar Stutgart'ta. birileri de çevirmiş, sağolsunlar. (kim olduğunu bilmemekteyim, üye olduğum gruba mail atan da bilmediğinden yazamıyorum. ama küresel bak'tan birileri olsa gerek, mailin yönlendirildiği kaynak Küresel Bak idi.)



NATO askeri örgütünün kuruluşunun 60. yıldönümü vesilesiyle bizler, NATO'nun saldırgan askeri ve nükleer politikalarını protesto etmek ve savaşsız, adil bir dünya hayalimizi savunmak üzere herkesi Nisan 2009'da Strasbourg'a davet ediyoruz.

NATO, dünya barışına ulaşmanın önünde giderek büyüyen bir engel teşkil ediyor. Soğuk Savaş'ın bitiminden bu yana NATO, kendini "uluslararası toplum"un askeri harekat aygıtı olarak yeniden yapılandırma çabası içerisinde ve bu çabalar çerçevesinde "teröre karşı savaş"ı da teşvik ediyor. Gerçekte ise bu örgüt, Birleşmiş Milletler'i ve uluslararası hukuk sistemini devre dışı bırakarak tüm kıtalardaki askeri üsleri aracılığıyla ABD güdümünde zor kullanmanın, askeri güç tesis edilmesini hızlandırmanın ve silahlanma harcamalarını tırmandırmanın bir aracıdır; dünya çapındaki askeri harcamaların % 80'i NATO üyesi ülkeler tarafından gerçekleştirilmektedir. 1991'den beri bu yayılmacı anlayışı izleyen NATO, "insanî savaş" kisvesi altında Balkanlar'da savaşa girişmiş ve Afganistan'da yedi yıldır süren vahşi bir savaş başlatmıştır; halihazırda Afganistan'daki trajik durum giderek kötüleşmektedir ve savaş Pakistan'a yayılmış durumdadır.

NATO, Avrupa'da gerilimleri tımandırmakta, "füze savunma sistemi"yle, devasa bir nükleer silah deposu ve nükleer "ilk darbe" politikasıyla silahlanma yarışını beslemektedir. AB siyaseti giderek daha da NATO'ya bağımlı hale gelmektedir. NATO'nun Doğu Avrupa ve ötesinde halen devam eden ve gelecekte de potansiyel olarak devam edecek genişlemesi ve "hükümranlık sahası dışı" harekatları, dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor. Kafkaslar'daki çatışma, tehlikenin açık bir emaresi. NATO sınırın genişlemesi yönündeki her adım, nükleer silah kullanımını da kapsayacak şekilde, savaş olasılığını artırmaktadır.

Barışçıl bir dünya hayalimize ulaşmak için bizler, küresel ve bölgesel krizlere askeri karşılıklar verilmesini kabul etmiyoruz; bunlar çözümün değil sorunun bir parçasıdır. Nükleer silahların terörü altında yaşamayı reddediyor ve yeni bir silahlanma yarışının tırmandırılmasına karşı çıkıyoruz. Askeri harcamaları azaltmak, mevcut kaynakları insani ihtiyaçların karşılanmasına yönlendirmek zorundayız. Bütün yabancı askeri üsleri ve saldırı amaçlı askeri yapıları kapatmalı; halklar arasındaki ilişkileri demokratikleştirmeli ve askeri zihniyetten arındırmalı; daha güvenli ve daha adil bir dünya inşa etmek için yeni barışçıl işbirliği formülleri bulmalıyız.

Hepinizi bu mesajı içinde bulunduğunuz toplum ve örgütlenmeler arasında yaygınlaştırmaya, Strasbourg'a gelmeye ve bu hayali gerçeğe dönüştürmeye davet ediyoruz. Bizler, barışçıl bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz.

NATO'ya Hayır
Savaşa Hayır

Perşembe, Ekim 09, 2008

"Askere gitmeyeceğim!!"

bu yazı da Rasim Ozan Kütahyalı'dan kendisini ilk kez okudum, sağolsun...

Kan çiçekleri

Can Dündar, yerinde bir şeyler yazmış, her ne kadar basının Genelkurmayı sorgulamasına fazlasıyla anlam yüklese de, bu barışa duyduğumuz ihtiyaca ilişkin tespitleri önemsizleştirmiyor. yazıyı merak edenler tıklayabilir

Çarşamba, Ekim 08, 2008

Yemyeşil Konuşmalar - 2

- Biz en iyisi bugün yatalım olmazsa haftaya yeriz.
- Bu kadar pimpirikli olmaya kimsenin hakkı yok!
- Ellerim buz gibi gibi geliyor...
- Ben onla tangırdamıştım.
- Müsveddeye mi sıkıştın Namık'a git.
- Tangırbels tangırbels tangır ol dı vey...
- Çok komikti de bana yapılmasa komikti.
- Çok gururlu bi yazınız var.
- Benim eskiden sana daha çok gücüm yetiyodu, ben güçsüzleştikçe mi sen güçlenmeye başladın?
- Sen hiç telefonda birine Hegel dedin mi?
- Yarın birbirimizi arayıp da Hegel diyelim.
- Niçe'den önce ben bunları anlayamıyordum.
- Froyd'la Hegel'i aynı cümlede kullandı!
- Ay biz Fuko'yu duymadııık!
- Yeme kızın mısırından!

- Sen biranı kendin al, biraz fedakarlık yap.
- Karşılığında sen ne yapacaksın?
- Namık'ı ikna edicem.

- O keçiboynuzu değil, keçinin boynuzunu yemiş. "Boynuzumu ye-meeee!"
- Hani Namık'la tanıştığımda da bi garipti de bu kadarını ben de beklemiyordum. Domestik hatun!
- İnsanın ilk aşkı bari onu rahat bırakır.
- İnsan fingirderken Hobs anlatmaz yani, bari Spinoza anlat. Ya da sen sus gözlerin konuşsun ki fingirdeyebil...

Salı, Ekim 07, 2008

...

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir tenefüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür


Ece Ayhan

Bir devlete benzetiyorum kendimi.
İşim gücüm bitmiyor.
Bir türlü yetişemiyorum odamda.
Her istediğim kitabı alamıyorum.
Planlar içinde geçiyor ömrüm,
Başlayıp tamamlıyamıyorum

Bir devlete benzetiyorum kendimi
İçimdeki hükümetin gidişini anlamıyorum.
Yıllar ötesini düşünür düşünmez,
Hemen mesut ve zengin oluyorum.
Nedense geçmiş günler unutuluyor.
Tarih kitabı gibi hatıra defterlerimi okuyorum.

Özdemir Asaf