Cumartesi, Aralık 08, 2007

havadisler...


ilk havadis: kimse 70 alamamış sınavda, mülakat yapmamaya karar vermişler. evet üzüldüm, mutsuz oldum. tuhaf ama kısa sürdü üzüntü halleri. sonra dün dersten sonra sınıf arkadaşlarımla içtik muhabbet ettik. pek güzeldi, hiç uyumadan sabahın 9.00'unda eve geldim.

bir de tabi asıl havadis: persepolis'i keşfetmem oldu sanırım. bugün saat 16.00 sularında uyandığımdan beri onu okudum. türkçeye çevrildi. minima yayınlarından çıktı. meraklılarına tavsiye edilir.

işin aslı pek yazasım yokmuş, hala uykum var. ama biz notumuzu düşmüş olalım. bir de marjane'yi kıskandığımızı itiraf edelim...

Salı, Kasım 27, 2007

...

kar yağacakmış bu yakınlarda. sabah tvde öyle dediler. dolicim bak yağarsa ikimize de iyi gelir. biraz böyle temizlik duygusu falan kaplar içimizi. sonra dışarı çıkarız, ankara'nın çamurlu sokaklarının bu duyguyu anında yok eder. sonra belki ufacık bir kar tümseği bulursak, caddelerin sokakların, arabaların izin verdiği kadar kartopu falan oynarız. iyi gelir yani kar yağsın.

dolicim...

Pazar, Kasım 25, 2007

gönderi no: 113

113. kez pc başında olanı biteni özetleme gayesiyle oturuyorum. yine mutsuzum, yine sinirlerim bozuk. üstelik aynı cümleleri daha ne kadar kurabileceğimi ben de kestiremiyorum. z. hoca ile geçen akşam ders sonrası yaptığımız sohbette dile gelenler, olabildiğince ağırdı. spinoza'nın penceresinden dünyaya bakmak hakkaten zor.

kardeşim ile bile iletişim kurmanın imkanları azalırken, ne için ne adına nasıl hala yaşamın sürdüğünü anlamakta güçlük çekiyorum. anlamıyorum. çok iş çok yol yenecek bir fırın ekmek var ortada, üstelik bayat. bu hafta sonu vaktimi hiç de inanmadığım hiçbir sonuç alacağımı düşünmediğim şeyler için çabalayarak geçirdim. ve sonuç yine sıfır. sıfıra sıfır elde var sıfır.

antik yunan'da sıfır yokmuş, bilinmiyormuş. bunu yeni öğrendim. oldukça etkileyici geldi bana. her ne kadar kadınlar ve köleler dışlansa da (işin aslı bu her ne kadar ile başlayan cümle kendisinden sonra söylenenleri yalanlıyor farkındayım, işte insan denen tür bu kadar acınacak durumda) tarih boyunca kamusallık fikrinin en yoğun ifadesini bulduğu bir dönemde sıfırın olmayışı ilginç, güzel. antik yunan kenti üzerine bir kaç paragraf yazmam gerekiyormuş, öyle buyurdu hoca. bunları yazsam mı? olabilir.

ben gideyim...

Çarşamba, Kasım 21, 2007

son haberler...

geçen gün h. ile birlikte bugüne kadar buraya yazıp çizdiklerimi okuduk. sonra hep mutsuz olmanın ne kadar yorucu olduğundan dem vurduk, ukalalık yaptık. ve son dönemde yazdığım herşeyin uzun süredir yazamıyorum cümlesi ile başladığını fark ettik. neyse efenim uzun süredir yazamıyoruz. malum yeni bir arş.gör. sınavı gündemimize girdi. sınav bugündü. üç adet doktora tezi konusu olabilecek nitelikte soru ile karşılaştım ve verilen süre üç saatti. yani bir arş. gör. adayından beklenenin 1 saatte doktora tezi yazabilme kapasitesi olduğunu öğrendik.

şimdi sınav taze nolur nolmaz beceremezsek, mülakata çağırmazlarsa bahanemiz cebimizde olsun, ki kendimize saldırıp yıpratmayalım. değil mi mirim? tabi.

ya kendimce br şeyler yazdım bakalım nasıl sonuçlanacak? buraya not düşmek anlamlı geldi son bir senedir yazdıklarımı okuyunca....

yani bir zamanlar yazdığım gibi kayıt tutlacak yaşananlar unutulmayacak. :)

Salı, Kasım 06, 2007

haberler haberler haberler...



önce kişisel olanlar: bizim okulda kadro açıldı, kardeş bölümde. sınav 21.11.2007 çalışmak lazım. ayrıca almanya'da doktora bursuna başvuruyorum... evet evet yine böyle bir radikal kararlar alma noktasına geldim. üstelik dün de bu ay maaşıma zam yapılacağı müjdelenmişti. :) ben hep derim biraz şanslı olsam hiç doğmazdım diye...

gelelim toplumsala: nükleer yasa yeniden meclis gündeminde göz göre göre memleketi yok etme konusunda kararlılar. karadenizde milyonlar çernobil sonrası kanser ile başbaşayken... hepimizin malumu devamını yazmaya gerek yok. bir kez daha 50-60 kişi bağıracağız nükleere hayır diye, onlar yapacaklar...

maskeleri mi hazırlasak?

Pazar, Kasım 04, 2007

2+2=açlık


uzun süredir doğru düzgün yazamıyorum bugünkü de kısa olacak. yukarıdaki başlık dünkü mitingde birilerinin elinde dövizdi, pek beğendim. dün anladım ki karamsarlıkta çevremdeki pek çok kişiyi aşmışım. kimle konuştuysam böyle bir kalabalık bekliyormuş. ama ben epey şaşkındım, beklemiyordum.

mitingten sonra kuaföre gittim, orada çalışan çocuklar mitinge gidenlere küfrediyorlardı. o kadar üzüldüm ki. biraz anlatmayı denedim, tartışmaya çalıştım, çokça yoruldum. sonuç olarak işimizin epey güç olduğunu düşündüm. ve bir yanıyla toplumsal aydınlanma diye sıkça ileri sürülen hedefi daha bir iyi kavradım sanki. bilmiyorum, hakkaten çok zor.

bu sabah da anne ve baba ile ufak bir didişme yaşadım dtp üzerinden... offff o kadar zor geliyor ki en yakınlarının ağzından o lafları duymak. halbuki 2+2=açlık....

Perşembe, Kasım 01, 2007

uzaklara giden bir arkadaştan






almanya'ya giden arkadaşımın yurduna film çekimi için gelmişler, o da bunları yazmış. :)

harika...

Perşembe, Ekim 25, 2007

olan biten & şimdiki zaman gelecek zaman


uzun süredir yazamıyorum, yoğunluk kelimesi de artık tanımlayamaz oldu halimi. neyse olumsuz cümleleri bir kenara bırakalım. "umut"umuz var her daim, işkenceyi uzatan cinsinden olsa da. yeni yeni fikirler, olanaklar, hepsi birden kafada dönüyorlar. son günlerde yaşananlara, evimin önünde gecenin ikisine kadar süren tekbir seslerine rağmen "umut" var, olacak, işkenceyi de uzatacak, ama öldürmeyen güçlendirecek...

bu kadar kesin cümleler kurduğumda ben de şaşıyorum bazen. kapitalizmin "yoksullaştırıcı" "yoksunlaştırıcı" "tahrip edici" etkileri arasında bağlantıları ifşaa etmek ve buna karşı, bir arada yaşama iradesini oluşturmak, örgütlemek, çoğaltmak gibi... ama söz uçar ya benim kesinliğim de biraz öyle. içim içimi yiyiyor, kızıyor, öfkeleniyor, sakin olamıyor, asla değişmez kurallara ulaşıyor, bunu dile getiriyorum. sonra bişi öyle ne bileyim dün yazdıklarım mesela, bir grup insan çaba gösteriyor bir şeyler için. sonra okulda bir basın açıklaması 15 kişilik, 150 polis karşıda. "barış hemen şimdi"

askerlik şubesine gidip, tecil belgesi teslim edecek arkadaş eşlik ediyor metroya kadar. henüz askere gitmemiş tanıdıklar düşüyor aklıma. gazetede ağlayan anneler... bu kadar zorlayıcı bir varlık sürdürme biçimi daha olmadı galiba tarihte.

bir sıcak yaz gününde f. "bu dünya hiroşima'yı nagazaki'yi auschwitz'i yaşadı. hiç kimse biz felaketin içindeyiz, neyi yanlış yapıyoruz demedi" o gün çok tartışmıştık. ben aksini iddia etmek zorunda hissedip, bir şeyler demiştim. şimdi bilmiyorum, nietzsche'nin haklılık payı olduğunu düşünüyorum sık sık...

yukarıdaki avcılardan biri olmayı alışveriş arabalarına mızrak fırlatmayı istiyorum, bazen.

Çarşamba, Ekim 24, 2007

sesin hafifliği


bir ay kadar önce bu sayfadan, müzik istiyorum kardeşim konulu serzenişte bulunmuştum. hiç de haberdar değildim burnumun dibindeki dostların çabalarından. bana göre mükemmel zamanlama ile karşıma çıktılar. teşekkür ederim, ellerinize, emeğinize, dilinize, yüreğinize sağlık. ben çok konuşmayacağım sözü onlara bırakıyorum.

I
Bizim için İkibinaltı yılının Kasım ayında başlayan ve İkibinyedi yılının Haziran ayında tamamlanan bu sekiz aylık süre, albüm fikrini geliştirmeye başladığımız, kayıtlar alıp
heyecanlandığımız ve en nihayetinde umudumuzu kesip albümün hiç bitmeyeceğini
düşündüğümüz bir dönem oldu. Hiçbirimizin profesyonel müzisyen olmadığı ama hepimizin
ucundan kıyısından müzikle ilgilendiği "bir grup insan" olarak bu süreçte yapmaya çalıştığımız şeyin aslında, "albüm" denen metanın tanımını değiştirmeye çalışmak olduğunu fark ettik.

En başta, ortada bir "müzik grubu" olmadan, "beste denemeleri" yapmadan albüm
yapılabileceğini varsaydık. Türkü-barlarda sahne almadan da ortaya bir ürün koyma cesaretinin gösterilebileceğini düşündük. Prodüktörlere görücü demosu da hazırlamadık.

Ama bir albüm yaptık. Söylemeyi sevdiğimiz ve içimizden geldiği gibi söylediğimiz parçaların
kayıtlarından oluşan bir derleme...

Stüdyoda doldurulmamış olması, parasız yayınlanması, çoğu kayıtta çalgı eşliğinin
olmaması bizim için onun albüm olmamasını gerektirmiyor. Bilakis, işte tam da bunu
amaçladığımızdan bir albüm yapmış olduğumuzu düşünüyoruz.

II
Kayıtları amatör ortamlarda yaptık ve basit bir ev bilgisayarı aracılığı ile birleştirdik. Söyleyenlerin içlerinden geldiği gibi, mekanik bir diziye sıkışmadan söyleyebilmelerine sağlamak için metronomu ve kanal kayıt tekniğini kullanmadık. Böylece belki de müziğin olmazsa olmazı olan ama piyasa müziklerinde göremediğimiz aritmik yorumlar çıkabildi ortaya.

Duru insan sesleri ile birlikte gündelik hayatımızda karşımıza çıkan sesleri de derledik.
Hayatımızda maruz kaldığımız seslerin insan avazı ile birlikte toplumsallığımızı tamamladığını vurgulamak istedik.

III
Özetle, bu albüm ile, zaten bizim olması gerektiğini düşündüğümüz iki şeyi: sesimizi ve
toplumsallığımızı, piyasanın elinden kurtarıp kendimize döndürmeye çalıştık.

Yaşasın Tony Gatlif (filimleri bize, kayıt fikrini verdiği için), yaşasın Kardeş Türküler (halkların
müziğini sola taşıdığı için), yaşasın dijital teknoloji, paylaşım programları (topluma ait olanı
tekrar topluma kavuşturdukları için). Bunların yanında demeğe gerek yok ki zaten kahrolur kapitalizm.

Ses hafiftir, herkes havalandırabilmeli onu.

Sesin Hafifliği

Salı, Ekim 23, 2007

Genç Kürt Siviller Rahatsız!

Havva Ana’nın dünkü çocuk sayıldığı bu topraklarda doğduk. Üç gün aç kaldık üç gün meme vermediler bize. Hasta düşmeyelim diye. 90’lı yıllarda çocuk olduk, gözümüzün önünde yaşananlar ağır geldi bize.

Biz kim miyiz?

Biz bu coğrafyanın Kürt gençleriyiz. Şiddetle tek ilgimiz onun mağdurları olmamız. Türk gençlerden tek farkımız onlardan ayrı olarak sadece okuma- yazmayı değil Türkçe konuşmayı da ilkokulda öğrenmemiz. Yoksa ne kadar yoksulluğu varsa bu memleketin biz de çektik. Biz de Sezen Aksu’ya, Neşet Ertaş’a ağladık. Farkımız Şivan Perwer’e, Aynur Doğan’a da ağlamamız

Biz buraların Kürt gençleriyiz. Köylerimiz yakıldı. Küsmedik. Göç ettik, en kötü yerlerde yaşadık, en kötü işleri yaptık. İsyan etmedik. Akrabalarımız faili meçhul cinayetlere kurban gitti, intikam peşinde koşmadık. Üzerimize bombalar atıldı, hukuktan başka bir şey istemedik.

Biz buraların Genç Kürt Sivilleriyiz. Siz acının sadece bir tarafını biliyorsunuz. Biz her tarafını.

Bir taraftan en büyük asker bizim asker tezahüratları ile havaya atılan gençlerin tabutları dönerken evlerine, bir taraftan da evinden çıkalı yıllar olan, bir gece yarısı sessiz sedasız gömülen gencecik insanların hayatları tükenirken bu bayram arefesinde, bizim geleceğimiz için gencecik insanları öldürme emri verenlere bizim de söyleyecek bir çift lafımız var.

Bu tavırlarınız hangi akla, hangi mantığa, hangi vicdana ve de en önemlisi hangi ahlaka sığıyor.

Bu ülkede yaşayan ve barış isteyenlerin elini yine yeniden zayıflatmaktan başka hiçbir anlamı olmayan bu hareketinizi bizim özgürlüğümüz için mi yaptığınızı düşünüyorsunuz. Kürtlerin geleceği için karanlık ilişkilere mi dalıyorsunuz?

Siyasetin havası esecekken bu ülkede, mecliste iken temsilcilerimiz, üstlerinde hükümetten, askerden, derin devletten, ya sev ya terk et diyenlerden baskı olsa da biz arkalarında duruyorduk kendi fikirlerimizle, kalemlerimizle; konuşarak, dokunarak, değerek.

En son Beytüşşebap’ta neler olduğunu bu ülkede aklıselim insanlar tam da öğrenecekken ve buna karşı bir duruş gösterecekken, silahtan başka çözüm istemeyenlerin, güçlerini kandan, gencecik askerlerin kanından alanların eline çok güzel fırsat geçti sayenizde. Kararttığınız sadece 13 hayat değil ayrıca bu ülkede açığa çıkmayı bekleyen derin devletin ve savaş güçlerinin çıkış yolunu da kararttınız.

Kürtçe ve Türkçe ağıtlar yakan analarımızın göz pınarlarını kuruttunuz bu bayram arefesinde.

Mağdur insanlar zalimleşmeye başladığında o zaman yeni mağdurlar yaratacaktır değil mi? Siz de biz Kürtlerden zalimleşmemizi mi istiyorsunuz? Bu mu bu ülkedeki derin güçlerle ortak paydanız.

Ne Beytüşşebap’taki karanlık katliamı unutacağız ne Şırnak’taki o askerleri. Aynı Şemdinli’yi ve terörist diye adlandırılan Diyarbakır çocuklarını unutmadığımız gibi. Biz zalimleşmeyeceğiz. Ne mutlu Türküm demeyenlerin de mutlu olabileceği bir Türkiye için bizlerden beklenen sağduyuyu göstereceğiz.

Tercihimizi yaptık. İlle de beraber yaşayacağız! İlle de bir arada yaşayacağız! Çünkü biz biliyoruz ki bu hayat ne Kürtlük ile geçer ne de Türklük ile.

Sözün bittiği yerde değil başladığı yerdeyiz. İnsanların yaşadığı yerde söz bitmez çünkü.

Ölmek değil, yaşamak istiyoruz.

Susmak değil konuşmak istiyoruz.

Birileri bu ülkede, adaleti, vicdanı ve insanlığı ayaklar altına alarak çevremizi kirletebilirler ama biz Genç Kürt Siviller kendi kapımızın önünü her zaman temiz tutacağız.

Zaten bu ülkede Kürtler ile Türkler birlikte yaşayamayacaksa batsın bu dünya!

Genç Siviller

Salı, Eylül 18, 2007

bir haftalık yemekler










bunlar bana mail olarak geldi kaynak gösteremeyeceğim.

post (ya da google türkçesi gönderi) no: 105




bu resimleri ben şuradan buldum. amcamın adı Yann Arthus Bertrand. olanağı çokmuş falan diye bok atasım geldi kendisine. paylaşayım istedim.

doli'ye özel ps: bak link verdim. ;)

Cumartesi, Eylül 15, 2007

işte böyle ara sıra...

şimdi bu blogger yaptığı iş değil, başlık atmanın ciddi bir kriz yarattığı bünyede, yediği naneye bak. adamlar bir de "etiket" ler çıkardı. yok kardeşim istemiyorum böyle bir sınıflandırma, sınıflandır sınıflandır nereye kadar. bir yanıyla da bu yazıları kendim için yazıyorum kardeşim ne için kendimi sınıflandırayım. bu kadar da yüzeysel bir ilişki biçimi istemiyoruz kardeşim. "bakayım ilgi alanlarına okuyayım bloguna ona göre devam edeyim, ya da etmeyeyim" bu kadar seçici bir yaklaşım istemiyoruz. ve evet efendim aslında başka bir şey yazacaktım buraya ama aşağıda etiket seç lafını görünce delirdim. aslında delirten şeylerden biri de bu ilk sayfada şu kadar yazılar lafı. kardeşim biz bunu türkçede bu şekilde kullanmıyoruz. sen kendin bu kadar özensiz ol, sonra benden özen iste. cık cık cık kızmışım bak.

neyse efendim amaç aslında ne kadar kötü bir zaman diliminde yaşadığımızın bir kere daha ayırdına varmıştım, paylaşayım istedim.

müzik dinlerken, epey uzun süredir, söylemekten keyif alacağım, kendi kendimeyken mırıldanacağım türkçe bir şarkı ile karşılaşmadığımı, uzun süredir de şarkı söylemediğimi fark ettim. evet dünyanın en güzel sesine sahip olmasam da severim arada mırıldanmayı. belki de yaşlanma ile ilgilidir bilmiyorum. bir zamanlar gençken, lokalin arka bahçesinde toplanıp hep beraber şarkı falan söylerdik. şimdilerde ise bu o kadar komik bir durum ki, ben acaba o zamanda mı komik olarak algılanıyordu diye şüpheye düşüyorum. gerçi bu da pek rasyonel gelmiyor, keza o ekibin bugün hayatla hemen hemen hiç sorunları yok. o zaman ya ben büyüyemedim, ya da büyüdüm ama kabullenemedim.

neyse efendim bu olasılığı elersek, durum şu ki: memlekette uzun süredir güzel bir müzik yaratılamamış. yaratıldıysa da yaygınlaşamamış. bu da bu çağda yaşamanın ne kadar korkunç bir şey olduğunu bir kez daha gösteriyor. o kadar kötü ki, başkasının dili ile müziğe zorlanıyoruz. bu o kadar korkunç ki; adamlar bunu evrenselleşme adına pazarlamaya kalkıyorlar. halbuki, evrenselleşen sadece sığlık oluyor. aslında epey tehlikeli sularda yüzdüğümün ben de farkındayım. bu laftan pekala evrenselciliğe karşı olduğum hatta bir tür "özcü" olduğum suçlaması yöneltilebilir. ama demeye çalıştığım şu ki, hayatla ilk kez karşılaştığın ve bağını onun dolayımıyla kurduğun dil ile müzik yapılmamasını kast ediyorum. ve tabi egemen olan dilin ise içinin boşaltılmasını. yoksa asla insanların kendilerini en iyi kendi dilleri ile kendilerini ifade edebileceğini iddia etmiyorum. o başka konu.

asıl mesele şu ki buralara özgü kendimizi ifade etme biçimlerinden birini elemişiz. bu da bizim kuşağı en zavallı kuşak yapar. çünkü en azından bizim kuşağımız bir zamanlar insanların kendilerini bu şekilde de ifade edebildiklerini biliyor. ne bileyim antik çağlarda insanların kendilerini ifade etme şekilleri o kadar etkiliymiş ki biz bugün onlara dair bir takım kestirimlerde bulunabiliyoruz. tarihe not düşüyoruz lafı o kadar anlaşılır hale geldi ki benim için. yani biz sadece not düşebilecek kadar yaşamasına izin verilen bir kuşağız. büyük haksızlık. beni okuyanların içinde müzikle az da olsa iletişime girenlere sesleniyorum: bir şey yapın. bu çağda yaşamaktan ve not düşmekten sıkıldım.

maruzatım budur...

Perşembe, Eylül 06, 2007

acaba yoksa hadi canım...

hayat hep böyle olacak galiba. ne kadar açıklayıcı bir cümle oldu değil mi? ama aslında bir yandan da hakikaten oldu.

bugün 1997-2007 yılları arası gazeteleri tarama işini koymuştum önüme. tabi ki mümkün olamadı, 2000 yılı ekim ayına gelebildim ancak. tabi ki tek bir gazetede. oldukça tuhaf bir gezinti oldu. ilk yüzleşmem gereken "yakın tarih" diye adlandırılan şeyin benim için hakkaten iyice yakın olmaya başladığı gerçeği oldu. yani dün gibi hatırladığım mevzular haline gelmiş 10 yıl öncesi. yaşlılık alemetleri... neyse efendim sonra bu kadar acıya nasıl katlanmayı becerdiğimizi düşündüm insanlık olarak. ayrıca zerre kadar da akıllanmamışız. çok ilginç gündelik yazılarda hemen hemen hiç bir değişiklik yok. pek ala her birini döndürüp döndürüp, yani isimleri değiştirip, tarihleri de değiştirirek olduğu gibi basılsa bugünün haberi yazısı haline geliverirler. heralde bunu düşünen tek kişi değilimdir. kaldı ki bu söylenenler epey de ucuzladı, büyük olasılıkla. ama işte bugünkü gündemimiz de bu.

kendi kendimle çatışıyor olmaktan o kadar çok usandım ki. hakkikaten başka bir hikayenin parçası olmayı tercih ederdim. napalım payımıza düşen buymuş idare edeceğiz. bazen ama işte bunalıyorum, bu şekilde yakınmaya başlıyorum.. galiba böyle zamanlarda yazı yazmayı tercih ediyorum. en azından buraya.

hafta sonu kaleye gittim. birileri ile gitmeyi kuruyordum uzun zamandır ama bir türlü yanıma yoldaş bulamayınca, tek başıma gittim ben de. pirinç hanın içindeki bir zamanlar pek insanın gelmediği, anlamadığım şekilde kalabalıklaşmış yere gittim. neyse orayı severdim, çünkü sessizdi. tuhaf kalabalıktı ama yine de sessizdi. insanlar neredeyse fısıltı ile konuşuyordu. müzik de yoktu. tabi ki başlangıçta. hatta insanların sessiz havasını toplu halde sevmeye başladılar buranın havasını ve havayı bozmamaya çalışıyırlar diye düşündüm. oturdum okudum, etrafı inceledim, birazcık okuduklarımdan not almaya bile başladım. veeee beklenen an: 9 kişilik bir ekip, olabildiğince gürültülü bir şekilde daldılar mekana. önce burada niye müzik yok şeklinde koro halinde serzenişte bulundular. sonra bas bas bağırarak ukalalık ettiler.

neyse ben artık yazamayacağım. kendi yazdığımdan sıkıldım. bilahere...

Salı, Ağustos 28, 2007

anlaşıldı...


bugün böyle her on dakikada bir bloga girilip bir şeyler yumurtlanacak... bu resmi http://www.temple.edu/photo/photographers/orkin/orkinphotos.htm adresinden arakladım. pek hoş değil mi? adı da "a girl in italy"

bu bir tesadüf olabilir mi?


şimdi mutluluğun resmini görünce orada da yağmur damlaları ile karşılaşınca bu bir tesadüf mü acep dedim. demekle kalmadım, buraya da yazdım.

yüzüncü yazımızmış bu


bu sabah böyle yağmurlu bir güne uyanmak epey mutlu etti beni. sonra çok eskiden bir gün ayağıma yağmur damlaları düşerek uyandığım bir günü hatırladım. sonra da güvercin ile burun buruna uyandığım günü... ya arada sırada hayat bana da güler... gerçi güvercin epey panik yaratmıştı bünyede, bir çığlık patlamıştı. yazık hayvancağız da ürküp, balkonun kapısına çarpmıştı. en az onun kadar ürkerek bakamadan babasına koşan kız çocuğu, "baba öldü galiba" diye ağlamıştı. neyse ki güvercin ölmemiş, yaşananın da güzel bir tesadüf olduğunun idrakına varılmıştı. serbest çağrışım benim kafam böyle çalışıyor...

Pazar, Ağustos 19, 2007

...

"oynamak zorunda olduğumuz oyun şudur: artık özel mülkiyetin kimseye ait olmadığını, çünkü tüketim mallarının bu kadar bollaştığı koşullarda hiç kimsenin bunların kısıtlanması ilkesine tutunmaya hakkı olmadığını, ama yine de sırf mülkiyet ilişkilerinin körce sürdürülmesine hizmet eden o bağımlılık ve muhtaçlık durumuna düşmemek için bile kişinin bazı şeylere sahip olmak zorunda olduğunu görmek ve dile getirmek. ama bu paradoksun tezinin varacağı yer yıkımdır: nesneler karşısında, sonunda insanlara da yönelen sevgisiz bir umursamazlık. anti tez ise, telafuz edildiği anda, rahatsız bir vicdanla sahip oldukları şeylere tutunmak isteyenlerin ideolojisine dönüşür. yanlış yaşam doğru yaşanmaz."

adorno

Pazartesi, Ağustos 13, 2007

tatil sonrası orta çağa'a dönüş...

yaklaşık olarak bir yıldır bu blogda yazmaktayım, takip edenler bilir, genelde yorgun ve huysuzumdur. işte böyle sanki yüzyılların yorgunluğunu taşıyormuşum hissiyle temmuz ayının son günlerinde kaş'a gittim. daha önce hiç gitmemiştim, çok duymuştum, merak etmiştim. kaş'a yerleşme fikrini hiç durmadan sıkılmadan her mevsim dile getiren arkadaşları anladım. o kadar güzeldi ki etraf, söz gelimi bodrum'a gitmiş olsaydım, ya da marmaris'e sinirden delirme noktasına geleceğim bir dolu talihsizliğe rağmen, suratımda kesintisiz bir gülümseme ile gezindim. ankara kasabasının sıkıntılı halleri de beraberimdeydi, ama ben yüz vermedim. ayrıca uzun süredir ilk defa maillerime hiç bakmadım, ortamda bilgisayar olmasına rağmen, tam bir tatil modundaydım.
tatil süresince beni az da olsa huzursuz eden tek şey takip etmemenin imkansız olduğu melih gökçek beyanlarıydı. zira gazete okumayayım diye kaçsan "nerelisin" sorusuna bir şekilde yanıt verdiğin birileri o beyanları hemen yorumuna sunuyordu. ya da kazara gözüne çarpan tv ekranlarında malum saçma sırıtışıyla ankara tiranı melih bey hazretleri beliriyordu. ama bu bile işin asıl o kadar da tadımızı kaçırmamıştı, bir kaç sinirle kurulan cümlenin ertesinde, kaş'ın buz gibi denizinde balıklar eşliğinde kulaç atarken, susuzluk çok da hissedilemiyordu. sonra malumunuz işe gireli henüz bir yıl olmamış bir toy çalışan olarak ancak 5 gün izin alabilmiştim. ankara yolları göründü.
işte kabus tam da böyle başladı, eve geldim.
-baba su var mı?
-yok
- ne zaman gelecek?
- yarın olması lazım ama belli de olmaz
-ne kadar süredir yok?
-bugün ikinci gün
ankara'da yaşayanlar ya da basını düzenli takip edenler hikayenin devamını aslında biliyorlar. ama biz yine de birazcık da olsa bahsedelim. ertesi gün işe gittim. su kesintileri başladığından beri iş yerimize hiç su gelmemiş, ortalık pislik içinde, tuvalette içme suyu kullanılıyor vs... öğlen saatlerinde garibim n. telefon ile aski'ye ulaşmaya çalışırken, ntvmsnbc'de son dakika haberi: ankara'da ivedik'te ana boru patladı. binlerce ev ve işyerini su bastı. borular tamir edilene dek (3 gün) tüm ankara'ya su verilmeyecek. ardından aski'den açıklama: talihsiz bir kaza. iki gün sonra ankara tiranı tv'lerde: "allah'ın işi, allah'ın bize afet vereceğini öngöremedik"
ne denebilir ki? küresel ısınma var, kuraklık var, tiranımız ne yapsın? zaten küresel ısınma spesifik olarak sadece ankara'yı etkiliyor, büyük olasılıkla bu etkinin altında da tiranımıza dil uzatma cüretine sahip ideolojik gruplar var. orta okuldaki fen bilgisi derslerinde öğretilen, basınç kurallarından bihaber aski yöneticisinde de bir payı var mıdır acaba bu ideolojik grupların? tiranımızın ankara'nın su sıkıntısına çözüm getirebilecek gerede projesini reddetmesine ise zaten şeytanla işbirliği halindeki dsi'nin kendisi sebep oldu.
sonuç yerine: işyerime bu sabah, evime dün gece su geldi

Pazartesi, Temmuz 23, 2007

Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru/Ulus Baker

Sosyoloji ve genel olarak sosyal bilimler, özellikle akademik evrimleri boyunca gittikçe bir "kanaatlar sosyolojisi" karakteri kazanmaya meylettiler. Yani aslında en değişken toplumsal olgulardan olan kanaatların bir koleksiyonu, bir fıltrelenmesi ve bir özetlenmesi olarak kendi pratiklerini biçimlendirdiler. Bu durum genel olarak beşeri bilimleri önemli bir epistemolojik problemle karşı karşıya bırakmaktadır: kanaatların kanaati olmak, ya da daha doğrusu kanaatlar ile bilgi arasındaki en klasik ayrım karşısında birincisine yönelmek. Böylece en azından olağan bilim olarak sosyoloji bir enformasyon ya da "bilme" türü olmaktan çok, insanlara kendi dünyaları, yaşamları ve amaçları, istekleri ve ihtiyaçları konusunda ne düşündüklerini soran bir araştırma teknolojisi olarak kendini sınırlandırma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa gazeteciliğin ve genel olarak enformasyon medyasının, giderek devletin istihbarat aygıtlarının bu pratiği çok daha yetkin ve edimsel bir tarzda yürütebileceği rahatlıkla söylenebilir.

Kanaatlar sosyolojisi adını verdiğimiz bu eğilimin karşısına "duygular sosyolojisi" dediğimiz bir öneriyle çıkmayı planlıyoruz. Walter Benjamin gibi birisinin ya da Georg Simmel'in düşünce ve "aydınlanma/aydınlatma" ritimlerini paylaşmayı umabilecek, özellikle de toplumsal tipleri birtakım afektif (duygusal) varolma halleriyle açığa çıkarmaya çalışacak bir sosyal bilim günümüzde hangi koşullarda mümkündür ve hangi türden saiklerie inşa edilebilir? Günümüzün olağan akademik ortamında sosyal bilimler esas olarak şu soruyu ortaya atmanın ötesine pek geçemiyorlar: insanlara yöneltilen kanaat soruları (pozitivizm ve düz ampirisizm), metinlere yöneltilen sorgulamalar (hermenötik ve dekonstrüksiyon) ya da değişmez unsurların yapılarının (sözgelimi zihinsel yapıların) araştırılması ve kurucu unsurlarının değişmezler halinde tespiti (yapısalcılık ve işlevselcilik). Daha da ilginci esas işlevinin "düşünceyi dürtmek" olduğuna inandığımız felsefenin de bu yola kolayca girmiş olması ve sosyal bilimlere bir "kanaatlar epistemolojisi" kazandırmak üzere normatif eksenler üzerinde hareket etmeye başlamasıdır: Habermas ve onun "iletişim faaliyeti teorisi" bunun en iyi örneklerinden biridir.

Günümüzde kanaatlarin "düşüncelerden" daha değerli olmaya başladığı açık: Düşünce bir insan faaliyeti olarak kabul görmeye Descartes'ın Cogito'suyla başladı. Yani Platonik ideaların bizdeki soluk yansıması değildi artık; bizzat bireysel, kişisel insan faaliyetiydi ve bu faaliyet engellenebiliyordu. Kartezyen imajı altında "düşünmek" bu yüzden artık haklarını ve özgürlüklerini talep edebilecekti. Ama aynı "hukuki edim" sayesinde kanaatlar da, yani eskilerin bilgi (episteme) karşısında aşağı veya geçici gördükleri "doxa" da özgürlük taleplerini ileri sürebilir hale gelmiştir. Yine de artık Marx'ın "bir halkın, bir çağın ya da bir uygarlığın ne olduğunu anlamak için ona kendisi hakkında ne düşündüğünü sormayız" türünden bir önermesinden oldukça uzaklaşmış bir haldeyiz. Dinsel akımlar bile kendilerini olsa olsa "kanaatlar arasında bir kanaat" olarak sunmaya meylediyorlar ve zaten modernlik dediğimiz şeyin temel karakteristiği de kanaatların ve görüş bildirimlerinin aşırı bir önem kazanmasından başka bir şey değildir. Eskiden kendisini "hakikat" olarak sunan bir söylem şimdi artık kanaatlar arasında yarışım sürdürmeye çalışan bir kanaat haline geliyor.

Marx'ın yukarıda andığımız sözünden bu yana ne olup bitti? Her şeyden önce kanaatlar duygular arasında birer duygu olmayı bırakarak nihai bilişsel unsurlar olarak kabul edilmeye başladılar. Modern toplumun en demokratik kıstası kanaatların doğru tasnifi ve birbirleriyle yarıştırılarak bazı politik, ekonomik, kültürel faaliyetlerin normatifliğe kavuşturulmasıdır. Kamuoyu araştırmalarıyla demokratik seçimler arasındaki farkın ya da mesafenin ortadan kalkması bunun delillerinden yalnızca biridir. Konumuz açısından önemli olduğunu düşündüğüm bir nokta bu durumun sosyal bilim araştırmalarında artık genelgeçer bir hale gelmiş olmasıdır. Kanaatların kararsız olma, kolay ya da zor, ama yine de "değişebilir" ve dolayısıyla "manipüle edilebilir" olma özelliği onları "düşünme" adını verebileceğimiz insan faaliyetinden doğa bakımından farklı kılmaktadır. Kanaatların eksenine yerleştikleri ölçüde sosyal bilimler düşünmekten çok, kanaatların kanaati olmakla kalmak eğilimindedirler. Böylece kanaatlar bir "düzleştirme mantığıyla" çalışırlar: mesela bir insanın kendi varoluş koşullan hakkındaki kanaati bu koşulların tespitinden daha derin bir realiteymiş gibi görünecektir. Belki sosyal bilimlerin genel tavrının bir "demokratizasyonu" diye alkışlanabilecek olan böyle bir bakış açısı aslında çok önemli bir sorunu gözardı etmektedir: bir insanı en iyi tanıyanın yine kendisi olacağına dair temel bir önyargı...

Oysa insanı toplumsal bir varlık olarak tanıyanlar daha çok onun sürekli etkileşim içinde olduğu sosyal dünyası ve "ötekilerdir". Hiç değilse onu "adlandırırlar" ve insanlığı "sosyal tipler" halinde etiketlendirmekten bir an olsun geri durmazlar. Hermenötik geleneğe yaslanan sosyal bilim bile "anlamayı" birinin kendi hakkındaki tasavvuruna eş düşen bir tasavvura sahip olmak olarak tanımlamakla aslında "kanaatlar sosyolojisinin" sözkonusu epistemolojik tuzağına düşmektedir. Ondokuzuncu yüzyılda sosyal bilimlerin oluşum aşamasında en can alıcı unsur olan "sosyal tipler yaratma" yetisi bu çerçevede sosyal bilimler pratiğini giderek terketmektedir. Kategoriler artık Kant'ın istediği gibi "eyrensel" ve "zorunlu"durlar, ancak Kant'ın asla istemeyeceği bir şekilde artık belli tiplere ancak "bol gelen kavramlar" halinde uygulanabilirler. Bu durum moderniteye özgü toplumsal tiplerin yitip gittikleri ve toplumun tipolojik olarak düzleştiği bir toplumsal yapıya mı delalet ediyor, yoksa bizzat sosyal bilimler bu yeteneklerini yitirdiler, bu apayrı ve burada cevap bulmaya çalışmayacağımız bir sorudur. Biliyoruz ki toplumsal tipleri sadece sosyal bilimlere ve Simmel'in toplumsal tipler galerisine borçlu değiliz; edebiyat, sonra da sinema toplumsal tipler üretip durdular ve artık, en az sosyal bilimler kadar, bu yetilerini kaybetme eğilimindeler. Doğrudan doğruya toplumsal tipler üstünde durmasa bile, duygular sosyolojisi ikili bir deneyim olmalıdır: birincisi bizi edebiyata, özellikle romana doğru taşırken ikincisi bizi sinemaya götürür -özellikle de bugün dar bir terimle "belgesel" adını verdiğimiz film tipine. Ancak üçüncü ve daha temel nitelikli bir boyut da elbette Spinoza'nın son derecede derin "duygular teorisi" olacaktır. Tabii ki her şey toplumsal hayat içinde imajların, kanaatların ve düşüncelerin aslında bir etkilenmeler ve duygulanmalar süreci içinde anlam kazanabileceği fikrine götürüyor bizi.

Sinemanın dünyasıyla karşılaştığımız andan itibaren temel bir gözlemde bulunmaktan da kaçınamayız: sosyoloji, göstergebilim, sanat tarihi hatta psikanaliz sinemayı "analız" etmeye cesaret eden temel insan bilimleri olarak kendilerini sundular. Ancak bu sinemanın da bizzat "analiz" edebileceği fikrinin belli bir oranda horgörülmesi demekti. Tıpkı Simmel'in ünlü toplumsal tiplerinden "yabancı" kategorisinin doğrudan Western filmin ana tematiklerinden birisi olması gibi. Üstelik sinema, Dziga Vertov'un ona yüklediği daha ilginç bir işleve de sahip olabilir: görünmeyeni görülebilir kılmak. Sonuçta günümüzün pedagojisi metinden çok görsel-işitsel malzeme üzerine dayanma eğiliminde. Başka bir deyişle, genel bir gözlem insanoğlunun giderek daha az okuduğunu, daha çok "seyrettiğini" ve bunu ne yazık ki popüler bir eğlenti sinemasıyla ve televizyonla gerçekleştirmek zorunda kaldığını gösterebilir. Metinler ve kanaatlar arasında kaldıkça sosyal bilimler günümüzün yaşam koşullarının çok önemli bir boyutundan kendilerini yoksun bırakmış gibiler. Görselliğin taşıyabileceği enformasyon miktarından.

Oldukça dikkat çekici bir nokta, sosyal bilimlerde etkin olan bir "felsefi-teorik" sorgunun belgesel adını verdiğimiz (ama zorunlu olarak belgesel ile sınırlı kalmaması gereken) bir fılmografı alanında pek bulunmaması, buna karşın, belgesel filmcilerin, genellikle kullandıkları görsel-işitsel ortamın enformatik gücü yüzünden edinmiş göründükleri biraz da naif bir etik sorgulamanın sosyal bilimlerin pratiğinde pek ender olarak görünmesidir. Bu durum "duygular sosyolojisinin" "belgesel" film ortamıyla "duyguların imajlarını oluşturmaya" çabalayacak sosyal bilim ortamının bir barışmasını, bir evliliğini imliyor gibidir. Gerçekten de, diyelim ki "yoksulluk" üstüne bir araştırmada bir kamera yoksulluğun "imajlarını" tespit ederek kurgulayabilir ve bunu "çevreyi", "mekanı" ve "zamanı" görüntü haline getirerek yapar. Bu imajların tasnifine, yani "düşünülmesine" sinemanın pek erken bir dönemden beri taktığı bir ad var: montaj. Jean-Luc Godard montajın modern hayatın esası olduğunu söylüyordu: hayatımız, kentlerimiz, sınai üretimimiz, edebiyatımız, her şey modern hayatta ve ileri kapitalizmde montajdan başka bir şey değildir. Ama montaj en saf haliyle sinemada bulunur. Yani onun esası ve özüdür. Oysa ki sinema kendi özü olan montajı, başka bir deyişle modern dünyayı kavrayabilme konusundaki biricik ve temel şansını televizyon yararına çoktandır terketmiştir.

Böylece montaj sinemanın ötesinde daha derin bir mefhum olarak düşünülmeli. Montaj, yalnızca filmde değil, her alanda modernliğin (ya da diyelim modernlik sonrasının) temel düşünme biçimi ve tarzıdır. Başka bir deyişle, nasıl sosyal bilimci araştırma verilerinin tasnifi yapıyor, ilişkilerini oluşturuyor ve birtakım sonuçlara varıyorsa filmci de montaj aracılığıyla varoluşun bir imajını oluşturacaktır. Bu noktada sanat ile bilim arasındaki ayrımın keskinliği ortadan kalkarak her ikisi eş titreşime sokulabilir. Bu tezdeki amacımız da zaten bu eş titreşimin bir tür projelendirme önerisinden ibaret. Bir duygular sosyolojisi ağırlıkla "imajlar üretebilme" kapasitesine tekabül etmektedir. Bunu Simmel dönemine ve onun toplumsal tiplerine dönüş olarak düşünemeyiz, ancak sosyal hayatın imajlarının tasnifi metinsel araçlarla yeterince yapılamayacağından sosyal bilimlerle görseli işitsel araçların bir evliliği esaslı bir önem kazanıyor. Henüz sığ bir alanda seyrettiği gözlemlenebilecek olan "anlatısal tarih" açılımlardan yalnızca biri olabilir. Ancak bunun da ötesine geçerek hayatın akışının genel bir görsel-işitsel tasnifinin montaja yani düşünme sürecine her an açık bir "duygular alanı" haline dönüştürülmesi, başlangıçta mutlak olarak bölük pörçük kalsa bile temel bir önerme olarak ortaya atılabilir.

Ulus Baker

*
seçimin ertesinde hayatta bir karşılığımızın olmadığının bilincine bir kez daha ulaştıktan sonra, mailime düşen bu değerlendirmeyi paylaşmak istedim. hem ulus hoca'yı anmış oluruz, hem de...





Perşembe, Temmuz 12, 2007

ulus baker'in ardından...


"hakiki bir mülksüzü hiç bir şey bilmeyen bilgemizi yitirdik..." karahaber.org'tan

ulus hoca vefat etti. buradaki "hoca" sıfatı, kendisinin pek de hoşlanmadığı bir sıfattı, ancak ben onun kadar başarılı değilim dilin sınırlılığını aşma konusunda, hep "hocam" dedim, o hiç müdahele etmedi, ama biraz rahatsız oldu, hissettim.

aslında söylenebilecek çok şey yok. hep iğreti kurmuştu yaşamla ilişkini. bir yandan sanki üzerinde yüzyılların mutsuzluklarının sorumluluğu varmış gibi, var olmakla bu sorumluluğun taşıyıcısıymış gibi, ama bir yandan da çözülemeyecek sorun yokmuş gibi. dilin sınırları, sevgili hocam senin kadar başarılı olmadığımı söylemiştim, ama yine de denemeliyim değil mi? ne de olsa hepimiz kant'ın çerçevesinden bakıyoruz değil mi?

ulus hoca'dan ders aldım evet, bu yaşadığım en ilginç deneyimdi. ne yaşadığım ders deneyimi ne de öncesinde henüz toy bir solcuyken bize "küreselleşme" anlatan adam imgesi, ulus baker'i anlatabilir. açıkcası çok iyi tanımadım hiç onu, ama o, yukarıda karahaber.org'tan aldığım cümleyi hep hissettirdi: hakiki bir mülksüzdü ve hiçbir şey bilmeyen bilgeydi... karşılaştığım için mutlu olduğum, gidince ise yokluğunu derinden hissedeceğimi anladığım kişiydi. sanki bir yerlerde onun gibi birilerinin varlığı iyi geliyordu. mümkün olabildiğince "dışarı"da kalmayı becermiş, ama işte hep diyorum ya bir yandan da hiç de "dışarı"da kalma derdinde olmayan biri. anlatmak benim için o kadar güç... güle güle ulus hocam, iyi ki var oldun... bugün körotonomedya'ya düşen bir mail ile bitireceğim, ulus hoca'dan alıntıyla...

"İgnoramus artık açıklanamaz olan, bilinmeyen olmadığı gibi bir "başarısızlık" ya da "eksiklik" de değildir. aksine yeni değerlerin, yeni deneylerin ve yeni arzuların üretilmesini uyaracak aktif bir güçtür. bu açıdan, "hiçbir zaman olumsuz olmayan" şey, psikanalitik dünya görüşünce "yoksunluk" kategorisi altında ele alınarak damgalanan bilinçdışının "içeriği" değildir. deney ve üretim çalışmasına dayanan İgnoramus'tur.

...

İgnoramus, böylece bilinçdışına yönelen felsefi bir kategori olarak iş görmeye çağrılabilir. bir anlamda onu, bir bilinçdışı üretimi faaliyeti, isterseniz sakıncalı gördüğümüz bir terimle "bilinçdışı üretim tarzı" olarak kabul edebiliriz. bilinçdışının elde edilmesi ne mübadeleye, ne de Tanrısal ya da Şeytanî kuvvetlerin bahşetmesiyle mümkündür. Deleuze'ün, farklı bir anlamda, altını çizdiği gibi, onun üretilmesi gerekir. işte İgnoramus [...] bilinçdışını üretebilecek, psikanalizin yaptığı gibi, "yorumlamayla" ve "iletişimle" yetinmeyecek bir iletişim aracı olarak kendi temelini, arka planını bulur. o, bilişsel ya da iletişimsel olan her şeyin sınırötesidir, çünkü kısmen "bilinen" ile "bilinmeyen"i ayıran hududun karanlığını paylaşmakla birlikte ona üstten bakar. bununla "ne bilebilirim" ile "ne umabilirim" sorularının arasında yer alan "ütopik" bir bilinç değil, "ne yapabilirim" sorusunun kanatlarında ilerleyecek bir bilinçötesidir. en belirgin ve yaşamsal örneklerini sözün bittiği yerde sözün sürebildiği bir sınırötesinde görebiliyoruz: Spinoza'nın Etikinde ve Marx'ın "felsefe-ötesi"nde.

İgnoramus, bilmiyoruz, ölümler (felsefenin ölümü, ideolojilerin sonu, devrimler çağının bitişi gibisinden) ilan etmez. buna karşın, "bilmiyoruz" diye telaffuz edilen birçok itiraf tipinden (bilimsel, gündelik, sanatsal) de özel olarak kendini ayırır. bizzat kendisi, telaffuz edilen itiraflar arasında yer almaz, inançla bilim arasındaki eşitsiz mücadele içinde yer aldığı zaman "boyun eğiş" pratiği olarak icra edilen inanç zararına "bilimin bilişsel alanını" ilerletmek amacına sahip olmadığı gibi, bilişsel alanın üzerine yazılmayacak çok etkili bir yazıyı üretmeyi amaçlar. İgnoramus telaffuz edilmez, telaffuz edilen her şey tarafından örgütlenen bir sonuçtur. "orada artık her şey biter": ya Foucault gibi "gülmeye başlarsınız" (gülme üretimdir çünkü), ya da bir Stoacı gibi sessizce "ölüme geçersiniz."



Ulus Baker; "İgnoramus=Bilmiyoruz: Bilinçdışının Bir Eleştirisine Doğru"


Pazartesi, Temmuz 09, 2007

afrika'dan görüntüler





*http://www.frogview.com/show2.php?file=1745 adresinden alınmıştır.

Cuma, Haziran 15, 2007

aşağıdakileri de bugün buldum






biri beni durdursun ödev yazmalıyımmm

Çarşamba, Haziran 13, 2007

manasız hiper aktiflik halleri


daha önce, ilk dönem ödevleri bittiğinde böyle gülen bir resim koymuştum, hatta gadjo da sevincimi payaşmıştı. şimdi ödevler bitmedi, iki saatlik uyku ile ödevi yetişterememiş ve bu yüzden azarını işitmiş, üsteklik de karamsarlık ile tanımlanan bu kişi neden bu resmi seçip bulup, buraya yerleştirmiştir? kendisi de bilmemektedir. manasız bir hiper aktivite ve neşe ile doluyum. hadi bakalım hayırlısı...



efendim bir de bu resim varki, onu da en yakın zaman içinde hediye olarak beklemekteyim. dolicim, petracım, alimunyum, hadi bakalım güçlerinizi birleştirin voltran olun bekliyorum...

Perşembe, Haziran 07, 2007

yaa işte böyle


çok yorgunum, canım da sıkıldı, ama işler tükenmek bilmiyor. sıkıldım yeter diyorum, herkes gülüyor. yağmur öncesinin boğucu sıcaklığı da bu duyguları iyice arttırıyor. of ya. yeter bir gidin bir rahat bırakın. ya da siz durun, mümkünse ben gideyim....

Cumartesi, Mayıs 26, 2007

temsili demokrasi, seçimler, aklıma gelenler

j.j.rousseau, pek çokları tarafından "genel irade" kavramı eliyle totaliterliğin teorisini oluşturmakla suçlanmıştır. bu suçlamanın ne kadar doğru olduğu, ya da kendisinin bunu ne kadar hak ettiğini tartışmak niyetinde değilim. burada asıl dikkat çekmek istediğim, bu suçlamalarla yüzyüze kalan rousseau'nun teorisinin başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum. o da şu rousseau bireysel iradelere genel irade karşısında hiç şans tanımadığı halde, çok kesin ve net bir şekilde, temsili sisteme karşı çıkmıştır. hatta ona göre temsili sistem bireysel iradelerin genel iradeymişcesine açığa vurulmasının yolunu oluşturmakta ve böylece genel iradenin egemenliği söz konusuymuş gibi yapmanın aracıdır. bunları anlatmamın sebebi malum, önümüze bir kez daha jet hızıyla sunulmuş seçin bakalım seçin teranesinden kaynaklanıyor.

bir kez daha sandık başına gidiyoruz. ve yine önümüzde gerçekte seçilecek bir şey yok. ama önümüzdeki süreç boyunca yaşamın büyük bir kısmını işgal edecek, aslında hiç umursamayan ama umursuyormuş gibi yapanların soytarılıklarına, bol miktarda gürültü kirliliğine maruz kalacağız. bu yazının amacı asla kimseye oy vermeyin demek değil, yanlış anlaşılmasın, zira bu satırların yazarı da gider bişi bulur ona oy atar büyük olasılıkla.

benim asıl derdim, bu yalanla insan türünün daha ne kadar devam edeceği sorusu. günlerdir kafamda dönen bu. herkes farkında a ya da b partisi bir şeyi değiştirmekten çok uzak. cumhuriyeti kutsama mitingleri eliyle de zaten pek bir varlık gösterememiş sol da tamamen seçenek dışı bırakıldı. şu anda da uzun süredir yaptığı gibi, bir türlü müdahil olamadığı gündemin arkasından koşturuyor. e bu tabloda seçeneğin olmadığı bir seçimin anlamı nedir? daha ötesi varsayalım en istenir programa sahip parti (herkes içini doldursun benimkisi malum) seçildi. üstelik epey vekil soktu meclise. bu durmda da siyasal iktidara ve devlete endeksli siyaset anlayışına bir değişiklik yaratabilir mi? bana hiç de öyle gelmiyor. neyse böyle işte bu aralar da bunlar dönüyor kafada.

Pazar, Mayıs 20, 2007

internetin hayatımıza kattıkları ya da ders çalışmamak için daha ne yapabilirim?

15 yaşındayken, almanya'ya gitmiştik öğrenci değişim programına dahil olarak. (doli de vardı) gittiğimiz ilk gece ya da ikinci gece, biz hepimiz şaşkın ördek yavruları şeklinde ortalıkta dolanırken henüz, bizi konuk eden ev sahipleriyle didişmeye başlamadan önce, toplu halde bir konsere gitmiştik. ilginç bir deneyimdi, öncelikle bira ile kahvaltı yaptıklarını düşündüğümüz almanlar bira içiyoruz diye bize tepki göstererek şaşırtmışlardı bizi. neyse lafı uzatmadan, çıkan gruplardan biri de selig idi. hiç birimiz tanımıyorduk onları, ayrıca biranın memleketinde biraya tepki gösteren uyuzlara kıl olmuştuk, ama buna rağmen çok eğlenmiştik. hatta s. selig'in bir kasetini almıştı, sonra memelekete dönünce bana da çekmişti.

az önce duvara karşı filminin müziklerini dinlerken, filmin bitiş şarkısı (Zinoba Life is what you make it) nın you tube da videosunu ararken, şarkıyı söyleyen amcamın selig grubundan ayrılmış olduğunu öğrendim. bir de aradığım şarkını videosunun you tube da olmadığını. olsaydı yükleyecektim. napalım sağlık olsun. yaaa dünya zaten küçüktü, netle daha bir küçüldü değil mi mirim?

beni internetten takip ettiğini söyleyen birisiyle karşılaştım geçenlerde. merak ettim kardeşlerimi falan aradım. sonra yaşamın ve ölümün çok kolay olduğu zamanlarda vurulan amcam ile karşılaştım, bir lisenin bir tarihteki mezunları arasında. en küçük kardeş o amcamın adını taşır. o sitede, tüm mezunları lisenin kuruluşunun 150.yılına çağırıyorlardı. oraya gitmek nasıl olurdu acaba? saçma bir fikir farkındayım. ne denebilir ki, çocukuluk arkadaşınız gitti biz geldik yeğenleri olarak. burada ne aradığımıza dair bir fikrimiz yok üstelik, amcama dair tek hatırladığım her gelişinde bana aldığı pizza kraker.

neyse ben biraz ders çalışayım...

Çarşamba, Mayıs 02, 2007

fazla söze gerek yok...


"Düşüncemi belirteceğim: Fakat bu çok gereksiz ve yersiz bir çaba olacak; çünkü size söyleyeceğim her şey bunları kendilerine söylememize zaten gerek olmayan kişiler tarafından duyulacak yalnızca." J.J. Rousseau

Salı, Nisan 03, 2007

laia'nın halleri

uzun süredir yazamıyorum. halen iş hayatına alışamadığım için ve tabi bir de zamanı düzenleme konusundaki beceriksizliğim yüzünden vaktim olmuyor.

laia'nın iş hali
oda arkadaşı f.'ye her 15 dakikada bir, "diyorum ki istifa etsem, ne iş yapabilirim?" her saat başı "aslında benim kayifle yapabileceğim tek iş aşçılık, ama onu da birilerinin yanında yapamam. para biriktirsem küçük bir yer açacak kadar birikir mi?" aklına her geldiğinde "peki ya longo mai'ye ne dersin? nedir türkiye'de longo mai kurmanın yolu? toprak işgal edemeyiz. anayasa'da koruyan bir madde yok anında tepemize binerler, toprak satın almak lazım, yine para. "
msn'den kardeşe "bana zengin koca bul, ben çalışma işini beceremiyorum. " "kusura bakma canım pek yoğunum"
patrona içinden "sen kendine insan mı diyorsun?" yüksek sesle " ben sigara içmeden çalışamam, sigara dumanı da burayı boğuyor. benim için sorun değil, başkası mı gelse bu işe?"

laia'nın ev hali
"çok yorgunum, çok işim var, okumam gereken çok şey var. çok, çok, çok,"
küçük kardeş bu sabah "abla, hakkaten çalışmadan yaşamanın yolu nedir?" küçük kardeş maaş yattıktan sonra "abla sen bir mucizesin"

laia'nın okul hali
ders öncesi şişmiş gözler ve yaşayan cenaze görüntüsü karşısında şaşıran arkadaşlara "işler çok yoğundu, çalışacak vakit bulamadım, ben de gece çalıştım uyumadım." ya da bir kahve içmek isteyene "işe gitmem gerekiyor." hoca soru sorduğunda "aslında cevabını siz kitabınıza yazmışsınız ben de okumuştum, ama aklımda kalmamış."

laia mysteria'nın uzun süredir başka bir hali bulunmamaktadır.

Salı, Mart 27, 2007

filmlere yansıyan avrupa dergisi'nden

"meydandan geçerken onu operanın önünde otururken gördüm yanına gittim, oturdum.

bir süre sonra oradan geen bi siyah onu tanıdığını söyleyerek yanımıza geldi karşımızda durup konuşmaya başladı ve 40 dakika boyunca durmadı sokakdan bahsetti
sokağın insana neler yaptığından
neler öğrettiğinden
fransanın son 2,3 senede nasıl değiştiğinden ve sarkozy gelecek seçimleri kazanırsa fransayı terk edeceğinden
2 sene çalışmış galiba, sonra 2 sene sokakta yaşamış
çocuğu ve karısı yüzndençalışmak zorundaymış, ama "respect"miş, o yakarmazmış öbürleri gibi
bir arada, savaş sırasında somaliye gitmiş fotoğraf çekmeye ama belediyeye sunduğunda fotoğraflarını sergi için (takım elbise giyip) reddetmişler, çünkü onlar sadece salak şeylerle ilgileniyormuş
siyah olduğu için polislerin on nasıl sıkıştırdığını anlattı
bi keresinde boğazına sarılmış biri
bu "bana sen diyemezsin siz diyeceksin" dediğinde
dav açamamış ama etrafta hiç tanık olmadığından
chirac ve sarkozy emirlerle bir olup fastaki bütün otları yaktırmışlar, o yüzden fransada ot yokmuş
ama kokain kullanan yüksek tabaka için sorun değlmiş bu, joint içenin sorunuymuş
o arada 40 dakikanın sonunda sağımızdan bir hintli geldi; yaşlı beyaz saçlı, gözlerinin kenarlarından kırmızıları görünüyor, üzerinde beyaz bir t-shirt var
hintli bunun tam yanında durdu ve "quel pays?" dedi, hangi ülkedensin? bu hintliye baktı, kafasını sola omzunun üstüne doğru çevirerek, hintli çok yakın duruyordu
hiç bir şey demedi ona, bize dönüp "görüşürüz" sonra dedi ve hızla uzaklaştı
hintli bize dönüp "neydi bu?" deyince hiç bir fikrimizin olmadığını işaretledik ve hintli de bizi bırakıp gitti.
vofff.... dedim. tout ça, c'est trop absurde. saçmalığın daniskası"

cüret a.

Perşembe, Mart 08, 2007

mart'a düşen ilk post


30'lu yaşlarında iki kafadar, aldıkları kilolar konusunda şikayet etmek yerine bir şeyler yapmak gerektiğine kanaat getirmişler. ilk akla gelen onların da aklına gelmiş, sabah erkenden kalkıp birlikte spor yapmaya karar vermişler. ve her zaman olduğu gibi içlerinden biri uykusundan vazgeçmek konusunda çekimsermiş. kararlı olan (kararlılığına istinaden kendisi bundan sonra bay k. olarak anılacaktır.) uykucu olanı (o zaman ona da bay u. diyelim.) hemen ertesi gün spor yapmaya başlamak konusunda ikna ettikten sonra, ertesi sabah evine kadar gelip onu alacağını söylemiş. sözleşip, ayrılmışlar.

gün doğarken bay k. eşofmaları üzerinde bay u.'nun kapısına dayanmış. ne var ki, apartmanın önüne geldiğinde bay u.'nun daire numarasını hatırlayamamış. günün o saatinde hazırlanıp oraya kadar gitmiş olmanın verdiği özgüven duygusu ile kapıcının ziline basmış. ama zile bastığı anda, pişman olmuş, sabahın bu saatinde kargalar kahvaltısını yapmadan kapıcıyı uyandırmış olmak onu da rahatsız etmiş. üzülmüş, ama artık yapacak bir şey yokmuş, bir kere o zile uzun uzun basılmış. bay k. bu düşünceler içindeyken, aşağıdan suratı bir karış irikıyım kapıcı görünmüş (o da bay i. olsun artık). söylene söylene kapıyı açmış.

-"kardeşim kimsin nesin ne istersin sabahın bu saatinde? Utanmıyor musun insanları bu saatte rahatsız ediyorsun? derdin nedir? "
- "kusura bakmayın ben bay u.'ya geldim ama daire numarasını hatırlayamadım. ondan zilinizi çaldım".
-"ne demek kusura bakmayın? böyle iş olur mu? saat daha 6 bile değil üstelik. bilmiyorsan numarasını gelmeyeceksin, hem senin telefonun yok mu?"
- "özür diledik ya kardeşim uzatma " bay k. bu cümleyi tamamlayamadan bay i. onu güçlüce itmiş. ve içeriye girmek üzere kapıya yönelmiş. kapının kapanmasından korkan ama aynı zamanda bay i. tarafından itilmeyi hazmedemyen bay k. kapıya doğru hızlıca harekete geçip, kapı kapanmadan araya ayağını sokmuş. içeriye bay i.'nin ardından girmiş. böyle durumlar için sık sık kullanılan ifade ile bay k.'yı şeytan dürtmüş, merdivenlerden inmeye başlamış olan bay i.'yi yakalayıp kuvvetlice itmiş. sonra geri dönüp, bay u.'nun evine doğru merdivenlerden çıkmaya başlamış. bay i. sabahın bu saatinde yaşadığı bu olayın absürdlüğüni düşünmeden, rahat sıcak yatağına dönmek yerine bay k.'nın arkasından gidip, ona bir yumruk indirmiş. hemen ardından hızla kendi evine doğru yol almaya başlamış. ama bay k. durmamış, ona yetişmiş bir yumruk da o atmış. bu arada gün iyice ağarmaya başlamış. bay i. geri dönmüş, bunun altında kalması mümkün değilmiş, küfürleşmişler, itişip kakışmışlar. bu kısır döngü, sokakta hayatın yeniden başladığına dair kanıtlar kendilerini iyice gösterene kadar sürmüş. en sonunda itişip kakışmaktan yorulmuş ikili merdivenlerin ayrı uçlarına oturup nefes almışlar. birbirlerine ters ters bakmışlar. sorun o ki, ortalıkta ne onların kavgasına son verebilecek onları ayırabilecek birileri ne de kimin haklı olduğu konusunda yorum yapacak birileri varmış. inatlarından vazgeçmedikleri sürece orada saatlerce sürecek bir didişmenin içinde devam edeceklermiş. iki taraf için de durumun bu kadar net olduğu anlaşıldığından, biri aşağıya evine, diğeri yukarıya arkadaşına doğru yürümeye başlamış.

8 mart dünya kadınlar günü kutlu olsun!

hikaye için h.'ye teşekkürler...

Salı, Şubat 27, 2007

şubat'a düşen son post


çok uzun süredir aralıksız çalışmaktayım, yorulmaktayım. ama itiraf etmek lazım iyi geliyor. bir tür aidiyet ilişkisi de kuruldu işyerimdeki odamla benim aramda. son ödevimi, hafta sonu gidip orada yazdım, evde ders çalışmak yerine bilimum başka iş ile ilgilendiğimden. (olumluları önce yazalım da kızmasın gadjo :)) bir de güzel bir resim koyalım.

tamam resim biraz melankolik, ama olsun güzel. yeni bir oda arkadaşım var iş yerinde, daha başlayalı bir hafta oldu, bu süre içinde galiba sekiz kez ben istifa ediyorum, kardeşim bu ne böyle konulu bıdırlandı. ben güldüm tabi, artık tecrübelki olduk ya :)

ilk notum açıklandı 80 buyurmuş hoca. kızdım, neyse napalım, hoca milleti kaprisli oluyor. sadece iki derse gelmedim diye 20 puanlık devamdan 8 buyurmuş beyefendi . kızdığı işe girmem midir nedir? ona neyse.

başka başka işler de var tabi, bu arada meşgul olduğum ama sıkıldım kendimden pek yazasım yokmuş. artık mart ayında görüşürüz...

Salı, Şubat 20, 2007

Cuma, Şubat 16, 2007

Perşembe, Şubat 15, 2007

keşke

keşke hayatta aşağıdaki gibi net keskin dost düşman ayrımları olabilse. keşke. efendim benim sıklıkla anlama çabası içerisinde yeri geldikçe konu ettiğim pek değerli spinoza'ya, ya da bugüne kadar kendimi ifade ettiğim bir çok platforma hakaret ettiğimin farkındayım bu serzenişle. ama yoruldum basitleşmiş bir hayat istiyorum iyinin ve kötünün tanımlı olmasını istiyorum. yasa isityorum, uyulduğunda hiç bir yanlış etki yaratmayacak, hiç kimsenin sorgulamadığı, sorgulamanın kendisine gerek duyulmayacak bir yasa. bu kargaşanın içinde yaşamaktan pek yoruldum.

en iyisi orta dünyada yaşamayı istemek galiba. kötüler çirkin ve belirgin, iyiler güzel vs...

al işte bu da oldu şimdi de faşizan olduk...

ya işte böyle

Pazar, Şubat 11, 2007

me you and everybody we know

başlık bir filmden çalıntı. bir aşk ilişkisinin tam anlamıyla tüm büyüsüyle sona erebileceğine hiç inanmadım bugüne dek. aslında yapmam gereken binlerce şey var şu anda. ya çok yorgunum dinlenebilmek için beynmim benimle oyun oynuyor ya da her neyse...hangi sebeple bunların yazıldığına dair yazarın da bir fikri yok yani. ilk cümleden devam edeceğim. hiç bir zaman aşk denilen şeyin bitebilir bir şey olduğuna, aşık olunanın bir değer ve anlam kaybına tam anlamıyla uğrayabileceğini, yani özetle ilk cümleyi tekrar etmek pahasına herhangi bir aşkın bitebileceğine inanmadım. bittiğini söyleyenlerin ya da bitebileceğini söyleyenlerin kendi hayatlarının devamı için bir yalana sarıldıklarını düşündüm. ve aslında bitmediği hatta her an tüm gerçekliği ile yeniden hayatın tamamını işgal edebileceği gerçeğinin bilincinde olduklarından ve bu durumun yan etkilerinden korktuklarından bu şekilde düşündüklerini ya da bu şekilde dillendirmeyi tercih ettiklerini varsaydım.
ama ilginçtir gerçekten bir aşk hikayesi tamamen bitebiliyormuş. bir insan eğer yaşama dair her şeyi bildiğini varsayıyorsa o zaman yanılıyormuş. malum olanı daha ne kadar yeniden ve yeniden keşfedeceğim, benim de bu konuda hiç bir fikrim yok. ama biraz şaşkın biraz saçma bir ruh haliyle keşfetmiş bulunuyorum ki, aşk biten bir şeymiş. ve bir kez nihayete erdiğinde onu diriltebilme potansiyeli katiyen yokmuş. ve bu aslında gerçekten bizlere yıllardır öğretilen katı gerçeğin en gerçek parçasıymış: her şey bir gün bitermiş. şimdi son cümle çok rahat aslında bu keşfin bende bir umutsuzluk yarattığı sonucuna götürebilir insanı. ama hayır tam olarak kastedilen bu değil . sadece şaşkınım epey şaşkınım.
bunları yazmak için bile bu kadar zaman gerekti. benm ya cidden bir terapiye ya da bu dünyanın tamamen değişmesine ihtiyacım var. neyse efendim görüldüğü üzere beş yaşımdan beri bana ısrarla söylenen dünyanın etrafımda dönmediği gerçeğini henüz kabullenememiş görünüyorum. ama en azından bunun gerçek olmadığını yani dünyanın etrafımda dönmediğinin farkındayım. ya ben çok yorgunum. yazmamak mı lazım bilmiyorum. yorgundan çok yıpranmışım demek daha doğru galiba. neyse efendim büyüme yolunda bir adım daha atıldı özetle. aşk bitebilen bir şeymiş kavrandı. üstelik benim gibi bunu kabul etmeme adına binlerce laf üretmiş, bir çok kez sadece bu saikle yola çıkmış ve aslında yaşamını bir yerde bunu kabul etmeme üzerine kurmuş bir insan için bile bitebiliyormuş. komik kısmı bu hikayenin tabi ki bunun tahmin edildiği kadar yakıcı ve acı bir gerçeği açığa çıkarmaması. aksine başka bir bakış açısıyla tam da aşkın bitebilir yeniden doğabilir bir şey olduğunun göstergesi olması. yani ya s. haklıysa...
yeni bir günlük sayfası açtmıştım aslında sadece alıntı olacaktı o sayfada ve başlangıçta çok iyi bir fikir gibi gelmişti. nedense elim gitmiyororaya. neyse efendim budur ruh halimin özeti: şaşkın kırgın ama umutlu...

Salı, Şubat 06, 2007

oğuz atay/ bir bilim adamının romanı ve günlükler

“Günlük tutmaya da sizin yüzünüzden başladım. Dedim ki kimse beni dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım İnsanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız."

Günlükler'den

"Bana kalırsa sanat kalsın tarih denen şey. Bilim neye yarar ki, aldatmacadır yaşam gibi. Peki neden uğraşıyoruz, neden bu çabalama... Efendim bilim uğruna yapıyoruz. Peki şimdi bir an için bütün şu yüksek denklemleri ve uzun sonuçları bırak da bana söyle. Bilim nedir? Efendim? Bilim nedir? Dedim. Bilim mi nedir? Evet. Efendim bilim, uğraştığımız şeydir. Bilim her şeyden önce, üniversiteyi bitirdikten sonra “bilim yoklaması” ve “yabancı dil sınavı” gibi engelleri aşarak doktora öğrencisi olmaya hak kazanabilmek için Gerekli bir şeydir. Sonra, bir süre kürsüye gelen yabancı kitapları ve dergileri izleyerek bakalım ne var ne yok diye durumu izlemektir; sonra durumu kollamak ve çok küçük bir mesele seçmek ve bu küçük şeyi büyüterek onu bir doktora haline getirmektir ve bu doktorayı yapmaktır. Sonra doktora sınavından başarı göstermektir ve bu başarıyı gösterdikten sonra gülümsemeyi unutmaktır. Bilimin, birinci ve en zor şartı budur. Sonra karşınıza doçentlik sınırı gelir. Bu sınırı aşmak ilk bakışta zor gibi görünse de asıl zorluk doçent olmak değil eylemli doçent olmaktır; yani bir kadro ayarlamaktır. Bunun için, daha bilimin başında, yani kürsü seçerken boş kadrolu birine kapılanmak ve gereğinde profesörler kurulunda sizin hakkınızı arayabilecek dişli bir kürsü başkanı bulmaktır. Sonra profesörlük bilimi gelir. Bu bilime akıl erdirmek biraz zordur; onun için en iyisi sabırla beş yılı beklemesini bilmektir; bu arada bilime oy verecek profesörleri gücendirmemesini bilmektir. Çünkü beş yıl sonra bilim seni içine almak için gerekli sayıda parmağı kaldırmaz. Milli eğitim bakanının onayı da bilimde önemli bir yer tutar. Bakarsın kendin bile anlamadan biraz ilerici olmuşsundur: evrakın aylarca bakanlıkta beklemiştir. Bilim için ne acılar çekmişsindir. Onun için demişlerdir ki “Gençliğine doyamadan profesör oldu”. Çünkü bir insan olsa olsa ne olur? Hiç. İşte öyleyse profesörlükten sonrası bir hiçtir. Fakat çoğu zaman bilim burada kalmaz. Bir de bakarsın yıllar geçmiş, kürsü başkanı olman için sıran gelmiştir: fakat bir kürsüde birden fazla bilim adamı olabilir ve gene kurularda parmak sayısı hesabı birden önem kazanır. Fakat ne de olsa artık profesörsün; kürsü başkanı olamasan da artık senin için karada ölüm yoktur. “Profesörlük takdim tezi”ni yazalı yıllar geçmiş, artık ne doktora, ne tez, ne de kitap yazma engeli var önünde; bundan sonra olsa olsa öğrencilere ders kitabı yazabilirsin, maddi durumunu düzeltirsin ve profesörler yapı kooperatifine girerek yılardır yorulan kafanı dinleyebilirsin; tabii dekanlık, rektörlük gibi yeni bilimsel araştırmalar seni beklemiyorsa. Görülüyor ki arkadaşlar bilim uzun ve çetin bir yoldur.”

bu da Bir Bilim Adamının Romanı'ndan
hatırlatma için a.'ya teşekkürler...

Cumartesi, Şubat 03, 2007

hepimiz travestiyiz...

16 Ocak 2007 Salı gecesi, Ankara'daki Kolej ve Bağlar Caddesi’nde yeşil bir Ford Taunus’tan inen kişilerce travesti ve transseksüellere karşı satırlı-bıçaklı saldırılar düzenlendi. Bu saldırılar sonucunda biri Pembe Hayat LGBTT Derneği´nin kurucu üyesi olmak üzere 4 travesti ve transseksüel yaralandı.

Bu saldırılar ilk değildi. Geçtiğimiz Nisan ayında Eryaman’da travesti ve transseksüellere karşı sistematik saldırılar yapılmış, pek çoğu yaralanmış, evleri talan edilmiş ve yersiz yurtsuz bırakılmıştı. Yine üç gün önce Etlik’te ve üç hafta önce Hoşdere Caddesi’nde benzer olaylar yaşanmıştı.

Pembe Hayat LGBTT Derneği son saldırılarla ilgili olarak Kaos GL ile Lambda İstanbul'un da destek verdiği bir basın açıklaması yayımladı:

Travesti ve Transseksüellere Karşı Sistematik Saldırılar Sürüyor!

16 Ocak 2007 Salı gecesi, yani dün gece Kolej ve Bağlar Caddesi’nde yeşil bir Ford Taunus’tan inen kişilerce travesti ve transseksüellere karşı satırlı-bıçaklı saldırılar düzenlendi. Bu saldırılar sonucunda biri derneğimizin kurucu üyesi olmak üzere 4 travesti ve transseksüel yaralandı.

Bu saldırılar ilk değildi. Geçtiğimiz Nisan ayında Eryaman’da travesti ve transseksüellere karşı sistematik saldırılar yapılmış, pek çok arkadaşımız yaralanmış, evleri talan edilmiş ve yersiz yurtsuz bırakılmıştı. Orada da olayların failleri yeşil bir Ford Taunus kullanıyordu. Bu saldırılar Ankara’nın çeşitli semtlerinde süregeldi. Yine üç gün önce Etlik’te ve üç hafta önce Hoşdere Caddesi’nde benzer olaylar yaşandı.

Sorulması gereken soru, bu saldırganların nasıl bu kadar pervasız olabildiğidir. Vatandaşlar olarak bizlerin de yaşam hakkı olmak üzere haklarını korumakla yükümlü kolluk kuvvetleri ve adli makamlara tespit edilmiş plakalar ve eşgaller bildirilmiş olmasına rağmen saldırıların devam etmesi, bu saldırılara göz yumulduğunun kanıtı. Hatta kolluk kuvvetleri ve adli makamların içinde bulunduğu atalet ve sergiledikleri ilgisiz tavır, saldırıların belli merkezlerden yönlendirildiğini akla getiriyor.

Biliyoruz ki; suça göz yummak, suça ortak olmak demektir. Bu yüzden buradan yetkilileri uyarıyoruz: Suç işliyorsunuz! Eğitim, çalışma gibi sosyal haklarımız gasp edildiği için zorunlu seks işçiliğine itilen biz travesti ve transseksüellerin toplumsal hayata eşit bireyler olarak katılması önündeki engeller kaldırılmadığı sürece de yaşanan bu tip saldırıların ve tüm hak ihlallerinin failleri olmaya devam edeceksiniz.

Hukuk herkes içindir ve herkes etnik kökeni, dili, dini, cinsiyeti, cinsel yönelimi ya da cinsiyet kimliği ne olursa olsun eşit haklara sahiptir. Salt cinsel kimliğimizden, yani travesti ya da transseksüel olmamızdan dolayı en temel insan hakkımız olan yaşam hakkımıza yönelik bu saldırılara karşı, adli makamlar başta olmak üzere her platformda mücadelemizi sürdüreceğiz.

Travesti ve transseksüel hakları insan haklarıdır. İnsan haklarına duyarlı tüm kişi ve kuruluşları mücadelemizde dayanışmaya devam ediyoruz.

Travesti ve transseksüel cinayetleri politik cinayetlerdir, katili biliyoruz!

Travesti ve transseksüeller vardır, alışın!

Değişmesi gereken bizler değil, toplumun önyargılarıdır!

Artık hakaret, taciz, tecavüz, dayak, gasp, ölüm ve şantaj korkusuyla yaşamak istemediklerini belirten travesti ve transseksüeller, her hafta Perşembe günü saat 19:00’da Yüksel caddesinde insan hakları anıtının önünde buluşuyorlar.

Cuma, Şubat 02, 2007

ben salaklığım ve memleket ahvali

aşağıda gördüklerinizi yazdım işim zaten biteli epey olmuştu. başka bir yere gitmem gerekiyordu, ama dedim maillere bakayım öyle çıkayım. tanımadığım birinden üye olduğum gruplardan birine düşen mail aynen şöyleydi:

"DEGERLI DOSTLAR,
BEYOGLUNUN UNLU TREVESTILERINDEN CANSU OLARAK
BILINEN ABDULLAH,
TINERCILER TARAFINDAN ISTIKLAL CADDESININ ARKA
SOKAKLARINDA
OLDURULDU. YARIN OGLE NAMAZINDAN SONRA CENAZESI
KALDIRILACAKTIR.

ANISINI TAZE TUTABILMEK ICIN, SIZLERI YARIN OGLE
NAMAZI ONCESI
BEYOGLU
CAMIINDE BULUSARAK "HEPIMIZ CANSUYUZ, HEPIMIZ
IBNEYIZ" DIYE
BAGIRMAYA DAVET EDIYORUM.
TURKIYE TREVESTILER DERNEGI BASKANI
YONCA"

şimdi belki okuyucuların büyük bir ksımına şu andan itibaren anlattıklarım hiç inandırıcı gelmeyecek, ama inandırıcı gelmeyenler de şunu unutmamalılar, insan sadece politik mesaj kaygısıyla kendisini salakmış gibi göstermez. evet gerçekten hızlıca okuduğumdan ve pek dikkatli olmadığımdan olsa gerek, bu olayın gerçekten yaşandığını düşündüm. a. feministtir kendisi, dedim kendime o bana söyler ankara'daki eylem ne zamanmış giderim. neyse kapattım pc'yi, çıktım dışarıya. dedim ya gitmem gereken bir yer vardı oraya gittim. arkadaşa dedim ki duydun mu böyle bir vukuat var ankara'da eylem ne zamandır. önce espri yaptığımı ya da politik mesaj kaygısı taşıdığımı düşündü tabi kızcağız. sonra dedi laia sende bir saflık olduğunu biliyordum ama bununla kendini aştın, o maili bir dikkatli okusana. ve evet jeton düştü, geç oldu ama oldu.

söylenebilecek o kadar çok şey var ki, ya da en güzeli açıp bir pankart "hepimiz ibneyiz" diye yürümek. adamlar o kadar zekadan yoksun ki, sanıyor herkes onun gibi homofobik, travesti karşıtı vs... değiliz anlamıyor musunuz? değiliz. bir gidin ya hakikaten. sizin söyleminizi size doğrultacağım: bir gidin uzak durun, bırakın da nefes alayım.

sevgili gadjo yorumunu bu vukuattan önce okusaydım, zaten meyilliydim dümeni inaya doğru kırmaya, hemen kırardım. ama şu an itibariylen inay epey uzakta gözüküyor...

ya da bilmem ki başka bir ustadan alıntı yapayım ben de "aklın kötümserliği iradenin iyimserliği"

ben işim ve memleket halleri

memleketin dehşet saçan gündemi, bugüne kadar yazı yapma yerine alıntı yapma yoluna itti beni. aluminyum folyo'nun güzel özetleyen ifadesiyle yaşama dair umudumuzu öldürdüler. bir yandan cenazeye yüzbinlerin katılması biraz da olsa insandaki umutsuzluk havasını dağıtırken, öte yandan yapılan bir sürü abuklama (şu an ki kullanımı için açıklama sözcüğünden daha açıklayıcıdır ) bazı gazetelerin manşetleri, en son arabalı vapur kaçırma olayı yüzbinlerin varlığının yarattığı olumlu havayı dengeleme noktasına getirdi. (bu arabalı vapurun kaçırılması biraz tuhaf, yani komplo teorisyeni olmasam da hatta kendilerinden pek hoşlanmasam da bu kaçırma meselesinin içinde bir bit yeniği olduğunu düşünmekteyim. ben canlı yayından izledim. tv muhabiri kaçıranın "HEPİMİZ ERMENİYİZ" sloganına bozulduğunu, bu amaçla silahla vapuru kaçırdığını, vapurdaki arabalardan birinde c4 patlayıcıları da yerleştirdiğini iddia ettiğini, yolcuların vapurdan indirildiği ve talebinin de basın mensupları ile bir görüşme olduğunu hiç durmadan tekrar ederek aktarıyordu. hemen ardından basın mensuplarının görüşme için vapura gidecekleri söylendi ve birdenbire eylemci teslim oldu. sonra da sanki hiç böyle bir şey yaşanmamış gibi, ne bir haber göründü ne de bir değerlendirme. ) tüm bunlar artı yoğun iş temposu ve işin doğası gereği memleketteki toplumsal muhalefetin ne kadar berbat bir durumda olduğunu görmek vs... iyice içimi sıkmıştı. o kadar ki iş yerimden istifa etsem mi düşüncesi oldukça sık aklıma geldi. tabi ki etmeyeceğim. ama geliyor sık sık bu düşünceler.

iş nedeniyle ankara dışına çıktım bu hafta. memleket hallerinin umut vaat eden kısmını tanımama vesile oldu bu gezi. eşme'de bir köyü inay köyünü ziyaret ettim. o ne güzellikti, oradaki insanların samimiyetini anlatabilmemin gerçek bir yolu var mı bilmiyorum, belki de hiç bu işe girişmeyip yolu geçenin oraya mutlaka uğraması gerektiğini söylemeliyim. ama yok her koşulda biraz anlatmam lazım. eşme'ye kurulan madene karşı bir araya gelmiş, 7'den yetmişe kadın erkek ayırmadan olabilecek her türlü yöntemle, (misal ankara'daki eylemde kefenlerle yere yatmışlardı bu yaz) ve bir saat içinde bir araya gelme ve eylem yapma yeteneğine sahip bir köyden bahsediyorum. köy kahvesinde girdiğimizde oyun oynayanların anaında oyunlarını bırakıp, türlü sorularla bizi terletmekten çekinmeyecek bir köy. (bir anektod: köylülerden biri sanki siz ankara'da yeterince birlik için de hareket edemiyorsunuz. bu sorun nasıl çözülür sorusunu sorduklarında dedim ki ankara'ya yerleşmek istemez misiniz? aslında diyemedim bunu, buranın yaşanabilirliğinden şüphe ettiğimden ama demeyi istedim.) öyle bir coşku vardı ki oraya giden ekipte, ama gel gör ki dönüş yolunda yaklaştıkça yaşam dediğimiz şeyi sürdürdüğümüz yere, iç sıkıntısı kendini göstermeye başladı.

ve memleket hallerinin iç karartıcı başka bir yönü. s. geldi diyarbakır'dan dün akşam görüşebildik. kendisi öğretmenlik yapar. anlatıkları o kadar çıkışsızdı ki hemen marx amcamızın "bir insan bir meseleyi sorun olarak tanımlayabiliyorsa onun çözüm olanakları da açığa çıkmıştır" sözünü söyleyip kendimi avutmak ya da en azından bu sözün bir şekilde gerçekliği yansıttığına inanmak istedim hatta hep birlikte istedik. uyuşturucunun 11 yaşındaki öğrencileri için nasıl olağan bir şey haline geldiğini, hatta okullarda kullanmayana nadir rastlandığını, öğrencilerinin % 80'nin derse göz altları mor kırmızı gözlerle geldiklerini, okulun önünde bir paket sigara fiyatına uyuşturucu bulmnın mümkün olduğunu, çocukların geleceğe ilişkin hiç bir iyicil duygularının olmadığını, şiddetin yaygınlaştığını, bir arkadaşına kendi apartmanında tecavüz etme girişiminde bulunulduğunu, ve daha bir sürü ürkütücü örneği anlattı. diyarbakır'da hali hazırda faaliyet gösteren onlarca derneğin para kazanma dışında bir amaçları olmadığını, olanların ise faaliyetlerinin oldukça sınırlandırıldığını anlattı.

bilmiyorum, bugüne kadar sadece kendi kişisel hikayemi anlatmak için kullandığım bu blogun içeriği değişti farkındayım, rahatsız olanlar varsa kusuruma bakmasınlar, bu galiba bir süre böyle devam edecek, zaten gündeliğime dair not tutacak pek bir şey kalmadı hayatımda.