Cumartesi, Ocak 27, 2007

Kertenkele Abdullah


Yeniçağ gazetesi "Hoş gidişler ola..." başlıklı Cuma günkü yazımı manşetine taşıyarak "Ermeniye bak" başlığıyla Atatürk'e dil uzattığımı iddia etmiş, kendi algılamasından hareketle de durumdan vazife çıkartıp ırkçı saldırılarına bir yenisini daha eklemiş.

Gerçi bu çevrelerin gözüne batmak için illa birşeyler yazıyor olmanız da gerekmiyor. Eğer Ermeniyseniz ve bu kimliğinizle varlığınızı ortaya koymaya çalışıyorsanız bu bile onlar açısından başlıbaşına isyan edilesi bir sebep olmaya yeterli.

Alışmışlar bir kez ses çıkarmayan Ermeni'ye; şimdi Hrant gibi kendi kimliğinin onuruyla hareket edenler fena geliyor gözlerine.

Her neyse... Olan biten her anımsadığımda buruk bir acı hissettiğim yaşanmış öyküyü bir kez daha anımsattı.

Paylaşmak isterim.

Yıl 1918, Süphan Dağı'nın eteklerinde bir köy.

Zor kaçmıştı olan bitenden. Dar sığınmıştı Peltekler'den İsmail'in köyüne.

Herkeslerin herkeslerden kaçtığı, herkeslerin birbirinin çaresizliğine sarıldığı yıllardı.

Karışmıştı köylünün arasına yaşayıp gidiyordu işte....

Zararsızdı da Allah için.

Ağılın bir köşesinde yuvalandığı karanlık sığınak, örme duvardaki iki taş arasındaki ince yarık kadardı sanki.

Hani kertenkeleler olur ya o aralıkların ağzında... Hani bir ses duyarlar da birden dalarlar yarığa.

Tam öyle işte.

Gizlenerekten yaşar giderdi.

Arada bir günyüzüne çıkar, yüreği insaf tutanların yanına varır, harmanın ucundan tutar, dökebildiği kadar ter döker, iki dilim ekmek yer, sığınağına geri dönerdi.

Toprağın kan kustuğu zamandı, her bir gayret ıccığ daha yaşamak içindi.

Köylünün yanında yeni adı Abdullah'tı... "Allah'ın gönderdiği".

Allah'ın unuttuğu bir delikte yaşayıp gidiyordu işte.

Ta ki Pelteklerden İsmail'in sondan üçüncü oğlu Memo duvar dibinde Abdullah'ı işerken görene kadar.

İsmail, eğilmiş, ferfecir gözlerini dipten Abdullah'ın "İt ölüsü" çüküne dikmiş, hınzır hınzır kıkırdıyordu.

Zıplamasıylan bağıra bağıra koşması bir oldu İsmail'in.

"Koşun laaan" diye bağırıyordu İsmail... "Koşun laaan koşun, Abdullah'a bakın, vallah görmişem onunki kabuklu, onunki kabuklu."

Derler ki Abdullah'ın duvarın dibinden ağıldaki sığınağına kaçışı tıpkı bir kertenkelenin kaçışı gibiydi...

Az sonra ağıla taşlar yağmaya başladı. Çoluğu çocuğu, genci yaşlısı toplanmış ağılı taşlıyorlar, "Çık ulan gâvur, kim olduğunu anladık, çık dışarı" diye bağırıyorlardı.

Bir süre sonra bağırışlar yakınlaştı, ayak seslerine dönüştü.

Ağılın kapısı açıldı.

İlk giren her daim Abdullah'ı korumuş olan Pelteklerin İsmail oldu, ardından da öbürleri.

İsmail ardındakileri durdurdu, bir adım öne atıldı.

"Nerdesin lo Abdullah gel ki seni kurtaram, uzat elini".

İsmail'in eli Abdullah'ın uzattığı ele değdi değmesine ama birden irkilerek geri çekti.

Uzattığı kanlı bir deri parçasıydı.

İsmail ardındakilere döndü.

"Hadin lan, bırakın garibi, çıkıyoruz."

Rahat kodular ondan kelli sünnetli Abdullah'ı... Dokunmadılar bir daha.

Çocukluğunda kertenkele avlayanlarınız bilir. Uzanıp tuttuğunuzda sadece kuyruğu kalır elinizde.

Yıl 2004, Yeniçağ "Ermeniye bak" diye manşet atmış.

Birileri yine kertenkele avına çıkmış besbelli.

Ve ben şimdi - yanlış değerlendirilmesin ürktüğümden ya da sindiğimden değil elbet- kendimi "Kertenkele Abdullah" gibi hissediyorum, iyi mi?

Mazur görün, sürüngenlik işte!

Hrant DİNK

11.10.2004 tarihli Birgün gazetesinden, Express dergisinin bu sayısındaki hatırlatma sayesinde alınmıştır.

Yine Express'in arka kapağından:

Bu yıl uzunca sürdü pastırma yazı
Dut ağaçları sarardıysa da
İncirler hala yeşil
Mürettip Refik'le Sütçü Yorgi'nin
Ortanca kızı çıkmışlar akşam piyasasına
Parmakları birbirlerine dolanmış
Bakkal Karabet'in ışıkları yanmış
Affetmedi bu Ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni, çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına

Nazım Hikmet

Cuma, Ocak 26, 2007

Bir Güvercin Masalı


"Arkadaşımın kızı Asya'ya, Sena teyzesinin yazdığı masal...

Bir adam varmış. Adam’ın bir bahçesi, bir de Köpeği varmış.
Adamın bahçesinde bir havuz, havuzda balıklar ve ağaçlar, çiçekler varmış.
Bir gün, bir Güvercin konmuş adamın bahçesine.
Adam, Güvercin’i görmüş, güvercin de Adam’ı görmüş.
Güvercin, balıkları, güzel çiçekleri ve çeşit çeşit meyve veren ağaçları da görmüş ve çok sevmiş bu bahçeyi.
Adam, Güvercin için önce hiçbir şey hissetmemiş. “Bir güvercin işte” demiş.
Ama bir süre sonra, Güvercin’in “cik cik” diye öttüğünü duymuş.
Adam, kulaklarına inanamamış bunu duyunca. Çünkü Adam’ın bahçesinde her şey sessizmiş. Balıklar sessizmiş, çiçekler sessizmiş, ağaçlar sessizmiş.
Bu bahçede bir tek Adam konuşurmuş. Köpeğe gelince o da sessizmiş çünkü o sahibinin kendisinden başka hiç kimsenin konuşmasından hoşlanmadığını biliyormuş. Köpekler, sahiplerini severler ve onlara çok sadıktırlar.
İşte bu Köpek de sahibini çok seviyormuş, ona çok sadıkmış, o neyi severse o da onu sever, o neye kızarsa o da ona kızarmış.
Ha ne diyorduk? İşte Adam, Güvercin’in “cik cik” diye öttüğünü, bir daha, bir daha öttüğünü duyunca çok sinirlenmiş.
“Nasıl olur da benim bahçemde biri benim dilimden başka bir dilde bir şeyler söyleyebilir?” demiş.
O andan itibaren de Güvercin’i bahçesinden kovmak için elinden gelen her şeyi yapmaya başlamış.
Ama Güvercin bahçeyi çok sevmiş bir kere ve gitmeye de hiç niyeti yokmuş doğrusu buradan.
Adam, Güvercin’i kovamayınca onu cezalandırmaya karar vermiş ve bir gece Güvercin uyurken yavaş yavaş yaklaşmış, bir çarşaf atıp üstüne onu yakalamış. Zavallı Güvercincik derin uykusundan uyandığında kendini Adam’ın ellerinde buluvermiş.
Çok kızgın olan Adam, onun iki kanadını da “çıt” diye kökünden kırmış ve “hadi bakalım öt şimdi de görelim cik cik diye” demiş.
Kopek de büyük bir sadakatle Adam’ın yanı başında durmuş, efendisini seyrediyormuş. Adam kızdığı için, niye kızdığını pek de anlamadığı halde o da kızmışmış Güvercin’e.
Zavallı Güvercincik kırık kanatlarının acısıyla tam cik demiş dememiş ki, Köpek bir hamlede atılıp onun incecik boynunu ısırıvermiş.
O günden sonra güvercinler insanların bahçelerine hiç konmamışlar Asya’cık. Onlar hep büyük kubbelerin önündeki ve büyük çınarların altındaki meydanlarda-o da toplu olarak gezmişler… Çünkü ne olur ne olmazmış Asya’cık.

Not: Adam’ın adı Talat, Güvercin’inki Hrant’mış. Köpeğin adı masallarda olur ama tarihte olmazmış.

Sena Adalı
"

Bu masalı gadjo'nun blogundan aldım: http://sinerama.blogspot.com/

Pazar, Ocak 21, 2007

Çağrı

Sevgili Sera,
Sevgili Delal,
Sevgili Arat,
Ne soyleyecegimizi bilemiyoruz. Sizin sevgili babaniz, bizim sevgili
abimiz, Hrant Dink’in samimiyetine yakisir bir samimiyette, bu buyuk
kaybımız karsısında sizi teselli edecek gucte, sozler bulamiyoruz,
sadece cok utaniyoruz…
Milliyetci soylemlerle kodlandigimiz okullarda ogretmenlerimize
yeterince itiraz edemedigimiz icin utaniyoruz…
Babaniza vatan haini diyenlerin alkıslandıgı universitelerde
okudugumuz icin utaniyoruz…
Gencler arasinda, internet gruplarinda yukseltilen milliyetci-
ulusalci dalga karsisinda duramadigimiz icin utaniyoruz…
Sevgili babaniz mahkemelerde linc edilirken yaninda olamadigimiz icin
utaniyoruz…
Babanizi koruyamayan devletin vatandaslari oldugumuz icin utaniyoruz…
Buralardan gitmeyi dusundurecek kadar uzerinize gelinirken, sizlere
dostluk ve kardeslik gosteremedigimiz icin utaniyoruz…
Simdi, bu utanc duygusundan biraz olsun kurtulmak icin Sali gunku
cenaze toreninde yaninizda olup acinizi paylasmaya calisacagiz.
Aynı duygular icindeki tum genc arkadaslarimizi Sali gunu saat
11.00’de Agos gazetesinin onunde Sera, Delal ve Arat’in yaninda
olmaya davet ediyoruz…

Bu bir çağrı mailidir. Düzenleyenleri tanımıyorum bana de mail ile ulaştılar imza atmak isteyenler
yildirayo(at)yahoo.com adresine mail atabilirler.

Cumartesi, Ocak 20, 2007

Sorular

Ne için ne adına yaşıyoruz? Yaşam neden hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor, her yıkımın sonrasında? Peki yaşamak neden bu kadar zor? Neden insanlar buralarda artık yaşanılamayacağını söylüyorlar ilk önce? Bundan önce söylenecek düşünülecek şeyler yok mu? Peki böylesi bir dehşetin ardından her şey nasıl bu kadar hızla normale olağana dönüyor? Ya da asli işi toplumsal muhalefet olarak tanımlamış kişiler neden bir çağrı maili atmak için üst yazı bekliyorlar? Ya da daha korkuncu Ankara’da yüzlerin öfkesini sokağa çağrılırken kimin imzacı olacağı niye arka planda kriz konusu oluşturuyor? Belki de her şeyden önce şunu sormak lazım milyonlar yaşarken neden yüzlerin öfkesi?

Cuma, Ocak 19, 2007

HEPİMİZ HRANT DİNK'İZ HEPİMİZ ERMENİYİZ...


Nora Nare Hoy Nare 28/12/06

Yurttaş olmak" başlıklı yazı dizisine devam etmek ve "Kürt sorunu" gibi sert konularda samimi düşüncelerimi ortaya koymak borcum olsun.

Ancak izin verin bu hafta aynı günlerde çakışan Yeni Yıl'ın, Noel Yortusu'nun ve Kurban Bay-ramı'nın hakkını vereyim ve nispeten özel, nispeten hafif bir denemeyi siz dostlarla paylaşayım. ***

İşte yine yeni yıl heyecanının getirip dayattığı "Zaman", "Hız" ve "Değişim" denkleminin baskısı altındayım.

Hemen her yılbaşı olduğu gibi karmaşık duygular içindeyim.

"DeğişinTi "Zaman"a bölüyor "Hız"la çarpıyor sonunda da "Elde var sıfır, elde var sıfır" diye hayıflanıyorum.

Niye ki "DeğişinTin "Hız"ına hiç ama hiç yetişemiyorum.

***

Şunun şurasında daha 35 yıl önce tanışmamış mıydım o dönemin en ilerlemiş teknolojik aleti olan siyah beyaz televizyonla.

Şimdi ise iletişim ve bilişim marketlerini dolduran binbir çeşit yeni teknolojik ürün var adını, işlevini ve nasıl çalıştığını bilmediğim.

Öylesi bir çağda yaşıyorum ki o çağın getirdiği nimetleri ve değişimleri yakalamaktan acizim.

Kullandığım aletlerin bir iki fonksiyonunu anca becerebiliyorum, var olan diğer sayısız fonksiyonundan ise bihaberim.

Değişimi görebiliyorum... Değişimi farkedebiliyorum ama hepsi o kadar... Ona ulaşmak ne mümkün!

Ta ki bir yerinden yakalıyorum, o zaten değişiyor. ***

"Değişim" hangi "Zaman"da bu kadar "Hız"la

aktı yarabbim.

***

Çok şükür ama, imdadıma yetişen bir buçuk yaşındaki torunum "Nora"m var.

Kendisine aldığımız onca öğretici, onca eğitici hatta onca cicili bicili çocuk kandıran oyuncaklara inat, o kendi yarattığı teknolojik oyuncaklarıyla yakalıyor benden kaçan hızı.

Nora'yı gözlediğimde "Zaman", "Hız" ve "Değişim" denilen denklemin cevabının sıfır olmadığını görebiliyorum.

Denklemi ben çözemiyorum ama birbuçuk yaşındaki Nora çözüyor. Nerede varsa teknolojik bir düğme, Nora'nın parmağı onda! Kâh buzdolabında, kâh fırında... Kâh telefon tuşunda, kâh televizyon kumandasında.

Teknoloji ve onun değişim hızı belki benim kuşağıma hatırı sayılır bir nanik yaptı, bizim kendisine ulaşmamıza zaman olarak fırsat tanımadı, diğer bir deyişle elimizden kaçtı ama görüyorum ki Nora'dan

kurtuluşu yok.

***

Üstelik torun "Nora" yalnız da değil, yakında ikinci torun "Nare" de geliyor.

Gerçi ben "Nare" diye erken ötüyorum çünkü babası başka isimde ısrarlı. "Karuna" diye bir isim uydurmuş... "Karun"un (Bahar) ardına bir "a" ekleyip femi-nen yapmış, kendince yeni bir kız ismi üretmiş. "İlle de Karuna olacak" diyor.

"Sen Nare"yi nereden uydurdun?" derseniz...

Nareg'den... Kadim Ermeni isminden.

Nareg'in "g"sini kaldırın olsun size feminen bir isim.

Zaten ilk mucidi de ben değilim... Ermenistan'da çokça kullanılan bir isim.

Ama pes etmiş değilim... "Babiklik" (dedelik) hakkım var ve "Nare" koydurmak için her türlü entrikaya başvurup, elimden gelen tüm hinoğluhin baskıları uygulayacağım.

Üstelik şimdiden kendime beste de hazırlamış durumdayım.

Nora'yı ve Nare'yi birlikte severken "Nora Nare hoy

Nare" diye halay da tutacağım. ***

"Zaman", "Değişim" ve "Hız" denklemini torunum ve kendi üzerimden sorgulamam boşa değil elbet.

Ona baktığımda, çok daha net anlıyorum "DeğişinTin ve "Zaman"ın "Hız"ını.

Sadece teknolojinin değil onun hızına da yetişemiyorum artık.

Çok çabuk büyüyor, çok da çabuk öğreniyor.

Bütün ayrıcalıklar ona.

O artık bütün ilgimizin üstünde yoğunlaştığı tek merkez.

Öncesinde oğluma misafirliğe giderdik şimdi "No-ra'ya gidiyoruz". Ya da hanım müjdeyi verip eve erken gelmemi istediğinde oğlum ya da gelinim değil sanki gelen... "Noralar geliyor".

Öylesine ayrıcalıklı ki bugüne değin bir tek eşim bana "Çutak" (Keman) diye takma ismimle seslenirdi, şimdi o da başladı.

Eşimle aramızdaki özel ilişkimize balıklama girdi.

E vallahi de hoş geldi.

Gerçi tam "Çutak" diyemiyor "Tutak" diyor ama...

Bana doğru koşup bir "Tutak Babig" deyişi var ki değmeyin keyfime gitsin.

O an işte intikamımı almış hissediyorum bana nanik

yapan "Zaman"ın ve "Değişimin" "Hız"ından.

***

Hanenizden torunlar eksik olmasın dostlar.

Hadi bu yılın başında onların "Genatsı"na (Varlığı-na-Şerefine) içelim. İçelim ve çabalayalım ki onlar mutlu olsunlar, acı çekmesinler.

Ne demişti Ermeni ozan Tumanyan...

"Abrekyereğek payts mez bes çabrek."

"Yaşayın çocuklar, ama bizim gibi yaşamayın."

anı



bu resim ile "güneşin sofrasındayız dostların arasındayız" şarkısının çaldığı güzel sıcacık ekim ayının ilk günü düştü aklıma. nereden geldiyse.

Perşembe, Ocak 18, 2007

Salı, Ocak 16, 2007

esinti no bilmem kaç

adam beni gördü, suratını ekşitti, yanındaki arkadaşına bir şeyler fısıldadı, ve olanca hızıyla mekanı terk etti. ilk hissetiğim yoğun bir öfkeydi. insan nasıl da kendini dünyanın merkezinde sanıyordu, bu kadar da kendini beğenmişlik olur muydu? ben olsam... işte tam bu noktada kendime karşı samimi olmak zorunda hissettim , ben olsam. kendime şunu sordum: hiç mi böyle bir tavır sergilemedin, evet çok, ama diye başlayan binlerce kendini teorize etme girişimi -galiba savunma mekanizması oluyor bunun psikolojideki adı- hemen saldırıya geçti. o zaman dedim ki; demek ki bu normal olağan bir durummuş. her egonun varlığını sürdürebilme adına bu tür davranışlara ihtiyacı varmış. böyle bir davranışı asla sergilemem diyen yalan söylüyormuş. çünkü kendisiyle yüzleşen her kişi bu yüzleşmeye rağmen kendisine ilişkin olan hiç bir şeyi doğrudan "kötü" kategorisine koyamaz. bu durumda kişi, kendisini toplum önünde ya da kendi kendineyken dilediği kadar aşağılama yetisine sahip olsun, bir şekilde "iyi" kategorisi içinde değerlendirir kendisini. ya niyetidir "iyi" olan ama davranışı biraz "usülsüz" olmuştur; ya da hak etmiştir maruz kalan bu davranışı, yaptığı sayısız kötülüklerle.

galiba spinoza'yı anlamaya başlıyorum ve anladığım kadarıyla onu büyük bir şevkle takdir ediyorum...

Pazartesi, Ocak 15, 2007

olanlar bitenler...

galiba bu başlığı daha önce kullanmıştım,olur böyle şeyler'e sığınacağım. 1 haftadır çalışmaktayım, epey yorucu, insan ister istemez gadjo'nun yetişkin dünyasına ilişkin uyarısının ne kadar yerinde olduğunu düşünüyor. ama öte yandan her ne kadar yapmak istediğim iş olmasa da, hayatımın bir düzene girmiş olması hoşuma gidiyor. tabi bu duygu beraberinde kuşkuları da getiriyor. yani akademiden vazgeçmiş mi oluyorum ben sorusu durmadan kafamda dönmekte. zira kendisinden vazgeçmek istememekteyim. her türlü yaşadığım saçmalığıa rağmen, çok emek verdim, ve inatçıyım. bunlar okuyucu için mi, yoksa işten çıkınca hiç bir şey okumaya hali kalmayan yazara bir uyarı olarak mı yazılıyor? bu soruya net bir yanıt verebilecek durumda değilim sanırım. zaten net yanıtlar da yok galiba. tuhaf bir iş arkadaşlığı ilşkileri içindeyim. bu konu üzerine dedikodu yapmaya yetcek kadar zaman geçmedi henüz, ama ilk izlenimim tuhaf olduğu yönünde. insanlar tek tek tuhaf değiller, birbirleriyle olan ilşkileri tuhaf olan. e ben de normal sayılmam. neyse efendim sonuç olarak 5 kadından oluşan bir ekibiz. bakalım bakalım diyerek zamana bırakayım ben bu mevzuyu nasıl olsa dönerim.

açıkcası pek yeni bir haberim yok, derslerimden biri bitti, sadece ödev yazma işi kaldı, diğeri ise tüm hızıyla devam etmekte. tabi derslere gitmeme izin veriliyor iş yerinde, hatta geçen hafta ek derslerle 12 saat okuldaydım. dergi çıkarmamız gerekiyor onun işleri var bir de. neyse ki ö. sağolsun beni hiç bulaştırmadı onlara, sadece arada destek atıyorum, kızcağız tek başına yüklendi. aaa bir haberim daha var. ç. de doktora bursiyeri oldu, bir özel üniversitede. işte böyle, evet ya yetişkin dünyası pek matah değilmiş :)

Çarşamba, Ocak 10, 2007

hindistan'a kurulan çağrı merkezleri türkiye'ye kurulsun mu? bu sayede ülkemiz kalkınır mı?

bu akşam bütün günümü pc başında geçirmiş olmama rağmen geçen gün izlediğim bu haber üzerine yazmadan edemedim. büyük bir araştırmacı ve bir o kadar da yanaşmacı habercilik anlayışıyla ntv, geçen sabah uyandığımda hindistan mucizesinden (!) söz etmekteydi. haber malum: hindistan'da kurulan çağrı merkezleri uydu telefonu teknolojisi sayesinde new york'da evine pizza siparişi verenlerden, borcunu yatırmadığı için uyarı konuşması yapılması gerekene kadar abd vatandaşlarının işlerini yapıyorlardı. haberin metninden aklımda kaldığı kadarıyla biraz alıntı yapayım. "abd bu işi kendi vatandaşlarına yaptırırsa 1500-2000 dolar ödemek durumunda kalacaktır. halbuki hindistan'da 700-800 dolara yaptırıyor. ama bunu basit(ne anlama geliyorsa burada basit) ucuz işgücüne yatırım yapan çok uluslu şirketlerin sömürüsü olarak değerlendirmemek lazım. (peki değerlendirmeyelim senin güzel hatrına önerin nedir?) bu teknoloji sayesinde yaşam koşullarının daha ucuz olduğu hindistan'da bu para yeterli. (bak sen?) ayrıca kadınların istihdamı ve toplumsal yaşama katılımının sağlanması açısından gerçek bir fırsat.(peki bu kadınlar toplumsal yaşama günde 12 saat çalışarak nasıl dahil olacaklar? üstelik de çalışma saatleri abd ile aradaki zaman dilimine göre düzenlenirken?)" aklımda en belirgin olarak kalan cümleler bunlardı. sonra spiker suratında aydınlamış ve aydınlatacağından emin bir sırıtışla şunları yumurtladı: "acaba türkiye'de de özellikle töre cinayetlerinin yoğun olduğu güneydoğu anadolu bölgesi'nde böyle bir uygulamaya geçilmesinin hem istanbul içinde yaşam koşullarının ağırlığından dolayı fazla maaş vermek zorunda kalan çağrı merkezlerine ihtiyacı olan bankalar ve bunun gibi kuruluşlar için, hem de toplumsal yaşama dahil edilecek ve böylece töre cinayetlerinin kurbanı olmaktan kurtulacak kadınlar için iyi bir alternatif oluşturmaz mı?" tüm bunlara konusuna iyi çalıştığını gösterecek istanbul'un dünyanın en pahalı kentleri arasında 18. olduğu bilgisini de ekledi suratındaki malum sırıtışı atlamadan. ben ne diyeyim? böyle zamanlarda gözü dönen l.m. olmayı ya da aşkın bir güce inanmayı istiyorum. neresinden tutulmalı ve eleştirilmeli ki bu haberimsi ya da insanımsı. şimdi oturup sömürünün nasl bir şey olduğunu mu anlatsam yoksa kadın istihdamının tek başına kadının toplumsal yaşamdaki ikincil konumuna bir çözüm getiremeyeceğini mi? hele ki bu durumun kadınlar görünmüyorlar sadece telefonla konuşuyorlar, o yüzden kocaları ya da babaları çalışmalarına sorun çıkarmıyor cümlesinin bu kadar rahat bir şekilde ulusal bir kanalda dile getirilmiş olmasını mı? üstüne üstlük töre cinayetlerinin sonunu ilan edecek dünyanın en rasyonel çözümünü bulmuş edasıyla dile geliyor bunlar. töre cinayetleri tek başına ekonomik sebeplere dayanıyormuş gibi.

ps: efendim görüldüğü üzere mevzu beni epey kızdırmış, elimdeki işler bir gün biterse, ya da ocak ayı hayırlısıyla nihayete ererse ayrıntılı bir özet yapacağım elbette, merak edenler için.

Perşembe, Ocak 04, 2007

hoşgeldin 2007

istanbul seyahatimiz beklenilen eğlence düzeyinde geçmedi, her daim olduğu gibi. benim tikisu ve tikicanlara katlanamama halim ile yılbaşı gecesi tatsızlık çıkarmayayım bilincim bol miktarda çatışılar. neyse ki fazla huysuzluk yapmadım, gerçi deniz tüm ihtişamıyla ankara kasabasından gelen bu bayan öfkeliyi yatıştırmakta oldukça iyi bir performans sergiledi. dönüş yolunda ise tcdd sağolsun tireyerek geldim. o kadar ki uyuyamayacağıma kani olunca, yemekli vagona geçtim, güneş doğarken, 20 yaşında okuduğu okuldan memnun olmayıp yeniden sınava girmeye hazırlanan bir öğrenci ve 35 yaşında benim lisemden mezun bir öğretim görevlisi ile bira içiyordum. neyse efendim hastayım tabi haliyle. iki günü uyuyarak geçirdim. bugün ilk işgünümdü, bunları da işyerimden yazmaktayım. işyerine dair ilk izlenimler: pek sevilmiyorum galiba. bir de yemekler muhteşem e bu kadar yargı yeterli.

2007 sağlıklı mutlu ve huzur dolu geçsin hepimiz için...