Pazar, Aralık 27, 2009

bazen çok önemsediğimi düşündüğüm konuların benim açımdan sandığım kadar önemli olmadığı ile yüzleşmek, kendini masa yatırmak canımı acıtıyor. en hassas anda en olmadık hissettiğimin yarısını ifade etmekten aciz sözcükler ağzımdan dökülüyor. sözcüklere söze inanmak lazım evet, ama olmuyor bir türlü. bir kez daha kendimi affetmekle başbaşayım. bu kadar zor olmasa keşke. bütün hikayenin "ben"e ait oluşu ağır taşıyamayacağım kadar ağır bir yük gibi. aslolan o ki, yıllardır taşıyorum. insanın nelerle karşı karşıya kalma potansiyeli taşıdığını göz önüne alırsak benimkisi tüy haline geçiverir.

Perşembe, Kasım 26, 2009

bu dondurucu gün

yapmam gereken yığınla iş bile beni bu hareketsizliğimden alıkoymayacaksa, nasıl harekete geçeceğim acaba?

buraya sürekli taslaklar yazmaktan sıkıldım. bunu yayınlayacağım. dengesiz ruh hallerimden ben de çok sıkıldım. ama teşhisin peşine düşmek gibi de bir niyetim yok. kendi kendime takılıyorum. bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyorum. uzun süreli yalnızlıktan çıldırmanın eşiğinde hissediyorum kendimi. bu halin devamlılığı beni daha hızlı bir şekilde dipsiz bir kuyuya doğru sürüklüyor. yazı dilim fark edildiği üzere, ya da çoktan fazlasıyla farkında olunduğu üzere her geçen dakika daha da arabeskleşiyor. bu fiilin ne anlama geldiğini açıklayacak durumda değilim.

sıkıntılı ruh hallerim bir türlü beni terk etmese de, her şey yolundaymış gibi asılsız bir ruh hali de, gökdelenden düşerken "buraya kadar herşey yolunda" diyen çocuk gibi hissettiriyor. ve annemin rahat kucağından huysuzlandığımın da farkındayım. o halde sahte de olsa, gülümseme ihtiyacı içindeyim. kendime ait bir alana acilen ihtiyacım var. virginia wolf haklıymış. kendine ait bir oda.

70'li yıllara ait sıcak güzel bir italyan filmine ihtiyaç duyuyorum. ankara'nın ayazını hissettirdiği bu soğuk kasım öğleden sonrasında.

Perşembe, Kasım 19, 2009

izmir

laia mysteria izmir'den bildiriyor. ilk izlenimlerim, akademik dünya ile sınırlı. doğrudan ilk karşılaştığım akademik dünya çünkü. burada da diğer her akademik dünyada olduğu gibi, "her horoz kendi çöplüğünde öter en nihayetinde" düşüncesiyle karşılaşmak mümkün. bir doktora tezi yazıp yazmamam gerektiği konusu hala kafamı kurcalamaya devam ediyor. ya da bir tez yazacağımı adım gibi biliyorum. ama sonrasında buralarda olmam pek mümkün görünmüyor. akademide çalışmak mı? hayır, teşekkür ederim. ben kendi dar dünyamda kendimce hiç de fena değilim. bu cadı kazanına atlayamayacağım. hayatımın bir döneminde böyle hissedebileceğimi hiç düşünmemiştim. hep kısa anlarda karar veriyoruz ne de olsa. hep büyük düşler peşinde koştum ve sonra neredeyiz diye içinde kaybolduğum. büyük düşler hepsi de küçücük şeyler...

Pazar, Eylül 27, 2009

sarhoş muhabbeti

başlıktan da anlaşılacağı üzere, sarhoş muhabbetinden hoşlanmayan, tiksinen, bilimum zerzavat bu yazıyı zahmet edip okumasın lütfen, keza fena halde sarhoşum. her sarhoş gibi aşk yaşam ölüm üzerine düşünerek nihayetlendirme niyetindeyken, dayanmamadım iki satir da not düşeyim istedim. neye dair ola ki diye merak edenlere: hepimizin hayatına dair. işin aslı şu ki hiç bir zaman alçak gönüllü olmadım. dolayısıyla hep yanıldım, ama yine de iddia ettim. bu gece muştuladığım ise: aşk kendimizi kandırdığımız sürece vardır. şayet bir gün eh be yeter noktasına geldiysek, ki bu noktaya gelmemenin kendisi mucize diye adlandırılmalıdır, neşet ertaş'ın "evvelim sen oldun ahirim sensin" boş gelir...

bir de kızlar iyi ki varsınız, iyi ki yanımdasınız....

iyi geceler, tatlı rüyalar... hatta hak etmeyenlere bile....

Cumartesi, Ağustos 29, 2009

adeta

bir adam varmış. en sık tekrar ettiği sözcük "adeta" imiş. herkesin barış içinde, edindiği ritüellerini rahat rahat yaşayacağı, açlık ve "adalet"sizliğin olmadığı bir dünya hayal ediyormuş. nedense "adalet"in sonradan kurulduğunu, kurucu olamayacağını görmek istemiyormuş. çünkü mekanı ve zamanı sınırsız kullanabilme şansına fazlasıyla sahip olduğu günler geride kalmış. o günlerin varlığını nedense, uyanıp işe gidip, akşam şehrin giderek kötüleştiği üzerine konuşup, konuşma sırasında kafasından geçenleri bir sonraki yazısında kullanmak üzere not alıp, ezberlediği dokunuşların ardından yeniden uyuma halini yılın 11 ay sürdürmeye bağlamış. adeta mutluymuş. okudukları, şehir dışına bir iki gezi, kafasındaki dünyaya ulaşmanın bir aracı olarak gördüğü iyi iş yapmak ona yetiyormuş. çocuğunun gülümseyen gözleri bir de.

hiç bir zaman "adeta"yı sürekli kullanmanın mutsuzluğa ilişkin bir veri olarak okunabileceğini düşünmemiş. farkında olsaydı bunlar olabilir miydi? kim bilir. kendi ritminin dışında bir enerjiyle karşılaştığında, ilk önce karşılaştığının "yaşam" olduğunu anlayamamış. kendi ritmini yaşam sanan sıradan bir faniymiş. ona tuhaf gelmiş bu enerji. garipsemiş. ama uzak da duramamış. sonunda bu enerjinin bağımlısı haline gelmiş. o kadar ki, uzakta kaldığında kendi ritmini yaşama eşitlediği gerçeği yüzüne vuruyormuş. ne çocuğu masummuş artık, ne de şehir giderek çirkinleşiyormuş. aksine cazibeye bürünmüş şehir gözünde, bunca zamandır farkında olmadığı gizemli bir cazibeye... artık kendini evrenselleştirmenin peşinde olamıyormuş. cazibenin peşine düşmüş.

yılın 11 ayı çalışmayacağı bir yaşam kurmak için neyin gerekli olduğunu düşünmeye başlamış. çoktan tarihin tozlu çöplüğüne kaldırdıklarının tozunu almak üzere yeniden rafından indirmiş. ilk yüzleşme, düşleriyle gerçekleşmiş. düşlerinin ne kadar da azaldığı ile yüzleşmek ağır gelmiş. eski yaşayışına geri dönmek o anda ona ölümcül görünmüş. o vakit yanı başındaki enerjiye sımsıkı sarılmış. giderek tanıdık gelmeye başlayan enerji, parlaklığından çok şey yitirse de, hayatına yeniden soktukları kendisini parlattığından henüz bu durumun farkında değilmiş. artık iş hayatının epey küçük bir kısmını işgal ediyormuş. şehirle birlikte enerjinin onu terk etmeye başladığını anladığında, kendini evrenselleştirme güdüsü bir kez daha devreye girmiş.

bu kez hayatına sözünü çoğaltma isteği girmiş. kendisi gibi sandığı birileri ile karşılaşması ise, ona ikinci güzel sürpriz gibi görünmüş. çarklar dönmüş, bırak söz çoğaltmayı giderek azaldığını ve köreldiğini anlamış. işte o anda gözünü açan enerjiden nefret etmiş. artık notaların dahi tatmin edemediği bir uçurumun dibindeymiş. en azından ona öyle gelmiş. halbuki uçurum dipsizmiş.

bir gayret sıçramak vaktinin geldiği düşüncesi aklını kurcalarken, uykusundan uyandırmakla suçladığı enerjiyi görmüş. görüşmedikleri sırada ritimlerindeki farklılığın çoğalması başta heyecan verici gelse de, kısa süre içinde kendisinin bir örneği ile karşı karşıya olduğunu anlamış.

kitaplara sığınma fikri artık eskisi kadar mutlu edemiyormuş. çocuğu masumiyetini yitirdiğinden onun gülümsemesi yeterli gelmiyormuş. onu masum olma zorunda bırakmanın ne kadar ağır bir yük olduğunu anlamamış. tanıdık olanın doğal olduğu yanılgısını herşeye rağmen aşamamış. sıçrama hevesiyle tutunacak bir şey ararken, duygusal zenginliği fazla gelen yeni bir enerji ile karşılaşmış. arama ile bulma arasındaki mesafenin bu kadar kısa olduğunu henüz bilmiyormuş. yeni enerjiyi ezberlemek ona iyi gelmiş. yeni enerji ile birlikte uyanıp işe gidip, akşam şehirdeki herşeyin giderek kötüleştiği üzerine konuşup,konuşma sırasında kafasından geçenleri bir sonraki yazısında kullanmak üzere not alıp, ezberlediği dokunuşların ardından yeniden uyuma halini yılın 11 ay sürdürmeye başlamış. aynı dönemde çok uzun süredir kullanmadığı bir sözcük hayatına geri dönmüş: "adeta"

Çarşamba, Ağustos 26, 2009

burada nasılsam her yerde öyleyim


bu bir denemedir. d.'ye blog nasıl kolaydır üzerine bıdırlanırken...

Cumartesi, Ağustos 22, 2009

...

birazcık da hissiyat üzerine yazasım geldi. öyle bir şehirde 1 ay geçiren laia'nın halleri pek çokları için epey yabancı idi. kadim dostlar hariç :)

tekil olmak hiç olmadığı kadar keyifli bir hal oldu benim için. zaman sanki sınırsızmış gibi, sonsuzmuş gibi bir hissiyat. sanki bu haliyle yaşamak hep böyle olduğu gibi, sınırsız zamanın içinde iyi gelirmiş gibi.... gelmeyeceğini elbette biliyorum. keşke şehir ya da ülke değiştirmekle sadece şehri değiştirmekle kalmasak. farkındayım, oralarda da buna benzer bir halde olurdum. ama en azından umudun her sabah doğan güneş olduğunu orada ya da burada fark etmiş bulunmaktayım. asılsız olumlu bakış açısı halleri berlin'den miras bana. berlin'den yeni geldiğim sıralarda, bu halimden oldukça memnundum. olumlu bakış açısının "asılsız" olabileceği düşüncesi yeni. işin aslı berlin bana iyi geldi. ama işte ankara o kadar da iyi gelmiyor. cold case'in soundtrackinin bir önceki cümleyi bitirir bitirmez başlaması da tesadüf değil.

çok zamandır okumadığım gazeteler bu aralarda hayatıma yeniden girdiler. ara verdiğimden beri memleket medyasının halinde ciddi bir değişiklik olmuş. öncelikle artık muhabirler, editörler türkçe bilmiyor. okuduğum her telden gazetede yazım yanlışları, anlatım bozuklukları, argo almış başını gidiyor. bunun bu derece yaygınlaşması sanırım yeni bir haber. önceden tek tük görüp sinnirlendiğim yanlışlar olağan aksaklık koltuğuna kıçlarını bir güzel yerleştirmişler. sinirden delirmemek elde değil. ama nobel ödüllü yazarımız kendi diline özen gösterme ihtiyacını hissetmezken, popülizm mekanı medyadan pek fazla bir şey beklememek lazım. içerik söz konusu edildiğinde yabancı bir dilde okuyabilyor olduğu için şükrederken yakalıyor insan kendini. neyse ki kürt açılımı sayesinde okumaya değer bir kaç yazı gözüme ilişti. sözgelimi birine geçen hafta pazartesi radikal'de yayınlanan ersin tokgöz'ün yazısına buradan ulaşabilirsiniz. bir başkası yıldırım türker'in aynı günkü yazısı .

şimdilik bu kadar...

berlin devamla


belli oldu beğenmesek de yazmaya devam edeceğiz. yukarıda gördüğünüz fotoğrafı kreuzberg'te kanal kıyısındaki minik (oralara göre) bir parkta çektim. burayı o kadar sevdim ki, ilk gidişimden sonra her gün yarım saat için bile olsa kendimi orada buldum. bu fotoğrafta arz-ı endam eyleyen köpek, sahibinin kuğulara yem atmasını kıskandığı için kuğulara havlayan onlarla kavga eden bir köpek. orada bulunduğum 15 dakika boyunca kuğuların ve köpeğin didişmesini izledim. uzun süredir böylesi bir aylaklık şansım olmamıştı. belkide berlin'i berlin yapan aylaklık için fazla olanak tanımasıdır.

bu bina, berlin'in en eski binalarından biri. adı da 7 kız kafası. camlaın üzerinde gördüğünüz heykellerden geliyor adı.


bu da işgal evlerinden biri. kapitalizm normalleştirir, zarar verir, öldürür.

yok benim pek yazasım yokmuş

Cuma, Ağustos 21, 2009

berlin ....

bir şehirde uzun süre kalınca, şehir tarafından ele geçirilince, yazmak için nereden başlamak gerekir? hikayesi bu kadar bol bir yere dair birini seçip anlatmak güç. neyse kii fotoğraf makinesi denilen mucizeye berlin'de kavuştum. oldukça kalitesiz olmakla birlikte, benim hevesim için yeterli bir makine sayesinde berlin'e ilişkin hikayelere başlayabilirim. toplama kamplarının inşasına karar verilen bir şehirde, kendimi sıkça nazi almanyası üzerine düşünürken buldum.

yolda yürürken, arnavut kaldırımlarının arasına serpiştirilmiş altın rengi taşlar parlıyor. biraz yakından bakıldığında, taşların üzerinde isim doğum tarihi ve ölüm tarihi değiştirilerek aynı ifadenin yer aldığı fark ediliyor. "burada ......... oturuyordu. ..... yılında .... kampına gönderildi. ...... yılında öldürüldü.

berlin yakınlarındaki sachsanhausen toplama kampına da gittim. yukarıdaki resmi masaüstü arka planı yapmak suretiyle, sapıtma noktasında çalışmaya başladığım dönemlerin hiç gelmemesini sağlamayı düşündüm. tabi bazı arkadaşlarımın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkındayım.


bu tabelalar, kaldığım evin civarındaki sokaklarda yer alıyordu. ilk gördüğümde epey şaşırmıştım. uyarı levhası görünümündeki tabelalarda nazi döneminin gündelik yaşamı düzenleyen yasal düzenlemelerin bir kısmı ve altında da yürürlüğe giriş tarihi yer alıyor. Fotoğrafta gördüğünüz yasa yahudilerin gıdalarını hangi saatlerde satın almaları gerektğini düzenleniyor. 4 temmuz 1940 tarihli düzenlemeye göre, berlin'deki yahudiler gıda alış verişlerini 4-5 saatlerş arasında yapacaklardır.

bütün bunlar üzerine neredeyse her dakika düşünürken, bu şehri bu kadar sevebilmemi sağlayan şey merak ediliyordur. berlin'de beni hiç yalnız bırakmayan bandista'nın sayesinde "yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum" cümlesi hiç aklımdan çıkmadı oradayken. görüntü epey karamsar olsa da, yaşamın bir şekilde devam ettiği düşüncesini de beraberinde getiriyordu. ve tabi yanında aşağıda gördüklerinizin olunca şehrin size ait olmasını düşlüyorsunuz. ve o anda şehir hızlı bir hamleyle, herkesin aslında oralı olduğunu hissettiriyor.



datça....5


can yücel'e selamımızı sevdiği mekandan eski datça'dan gönderelim. eski datça'ya da aşık oldum ve evet bu aralar ayran gönüllüyüm. eski datça'da bir hafta kalsam nasıl olurdu? düşüncesi aklımdan hiç çıkmadı neredeyse. bir ömür mü dediniz. düşünü kuramayacak kadar kendi cehennemime bağlıyım.



huzur ve mekan değişikliğinin bana etkisi açık: uyuşma... o kadar uzun süredir sıkıntı içindeyim ki, canımın yarısı yaşamının zorlu günlerini yaşarken, yaşamayı ne kadar sevdiğimi düşünmeden edemiyorum. bu kadar bencil hiç olmamıştım.

eski datça ile pozcu kedimizin fotosuyla bir dahaki yaz yeniden görüşmek üzere vedalaşalım.

Perşembe, Ağustos 20, 2009

bu bir başlangıç asla son değil


o kadar çok yazasım anlatasım var, ama işte vista kurbanıyım.

berlin'e ilişkin yukarıdaki fotoğrafın hikayesini anlatacağım. datça ve berlin'e resimleri küçültecek herhangi bir programı yükleyebildiğimde devam edeceğim. bu satırlar kısmen gadjo, kısmen de kendim için yazılıyor. yazı yazmak o kadar hayatımdan çıktıki sanki son enerjiyi ikinci yeterlikte harcamışım.
tahmin edileceği üzere, berlin'den hikaye seçemedim, berlin'in siluetlerinden birini yüklemek istedim. berlin henüz birleşmiş değil. almanya kısmen de olsa birleşmeyi becerdi ama berlin bir türlü birleşemiyor. ama ortamda ciddi bir çatışma düzeyi değil, daha çok tuhaf vegarip bulma durumu var. batı berlin istanbul tadında bir yer, ama doğu berlin hiç olmadığım gibi bir yerdi. daha kötü bir türkçe olamaz farkındayım, ama şu an için elimden gelen budur.
yukarıdaki siluet doğu berlin'e ait. herşeyiyle ilginçti benim için. beni bir tür dinazor olarak görmelerinin en büyük sebebi bu siluete olan tutkumdu. alabildiğine iç karartıcı ama olabildiğine net, saf bir görüntü. bu benim aklımda kalan, fotoğraf bunun ne kadarını yansıttı bilemiyorum.

datça.....4

temmuz oldu

yaz bitti

hoca kalk haydi



bandista bütün seyahetlerimde beni yalnız bırakmadı. umarım bundan sonra daha fazla yolda olma imkanı doğar. bu sene de ulus hocam'a bu vesile ile selam göndereyim. bu şarkı her seferinde gözlerimi doldurdu.



gördüğüne inanma gördüğüne inanma gördüğüne inanma gördüğüne inanma gördüğüne inanma gördüğüne inanma gördüğüne inanma sen...



bu seferde insanlara geri dönmek istiyorum. büyük bir gururla tekneden inerken tuttuğu balıkları gösteren bir oğlan çocuğuna fotoğrafını çekip çekemeyeceğimi sorduğumda heyecandan evet bile diyemedi :)) sonra da oldukça cool bir poz verdi:





datça...3

anlaşıldı fotoğrafların boyutunu küçültmeliyim. ama bu lanet olası vista yüzünden irfan view bile yükleyemiyorum.



neyse tadımızı kaçırmadan fotomuz geliyor:



bu kadar berrak suların içinde herşeye rağmen çok iyiydim. ve biricik kardeşime de iyi geldi.

datça......2

bigisyardan anlayan birilerinin yardımına ihtiyacım var. keza vista ile bloguma yazı yazmak dahi zor bir hal aldı. üstelik bunun başına ilk oturuşum mayıs ayının sonlarına denk düşer.


datçadan devam edelim. kazım yılmaz demiştim en son ve bir foto vaadim vardı.



kazım yılmaz, bir pavyoncu imiş, datça'ya pavyonu ilk o getirmiş, sonra da kazandığı paranın bir kısmını datçalıya hayır işine ayırmış. her yere okul yaptırmış. yaptırdığı okullara kendi adını verip, görüldüğü üzere vecizelerini tüm kamu oyu ile paylaşmış. ve adam halen yaşamakta. her yerel seçimde adaylığını açıklayıp 30 oy alıyormuş.

datçanın bir başka güzelliği muhteşem denizi. denizin içinde olmayı bu kadar özlediğimi bilmiyordum. suların güzelliğine bakar mısınız?

datça...

çok uzun süredir buraya yaşananlara dair not düşme ihtiyacındayım ama bir türlü mümkün olmadı. bol fotoğraf ile anlatmak istediğim o kadar çok şey birikti ki. en yakın tarihlisinden önce başlayalım. neden yazamadığıma ilişkin sorunun yanıtını başka zamana erteleyelim.

şimdi yazmak istemediğim bu sebep, kaş'ta her zamanki gibi bir tatil yerine başka yerleri görmemizde de etken oldu. keşke etkisi bununla sınırlı kalsaydı.

kendimi ö., s. g. g ve v. ile (:) bu da pek komik oldu)datça'da aktur sitesinde buldum. çok eğlence dolu olmasa da epey dinlendim. devamında ise kadim tatil yoldaşım sevgili kardeşimle 4 gün daha tatil yaptım.

datça tahmin edileceği üzere fazlasıyla temiz ve güzel bir yer. kaş'tan daha az kapitalist, dolayısyla konformizm tuzağına düşmeden ya da gerçek anlamıyla konfora ulaşmak mümkün. değerlendirmemiz resimle renklendirilme vakti geldi.


bu gün batımı aktur'dan...

datça'da kardeşle birlikte devam ederken bu gün batımını aradım. orada da güzelleri vardı elbet, ama bu bir başka vurdu beni.

datça'yı ilginç kılan özelliklerinden biri de sanırım insanları. öncelikle sokaklarda öyle diğer tatil yerlerinde olduğu gibi rahat bikini ya da mayoyla gezmek tuhaf karşılanıyor. memleket muhafazakarlığının tek başına akp ile ilgili olmadığını görmek insanı üzüyor.

ama aynı insanlar, eğlenceli de olabiliyorlar. sözgelimi datça'ya ilk defa giden herkesin dikkatini çekecek bir Kazım YIlmaz furyası mevcut. ilk samimi sohbet havasıa girdiğimiz insana kimdir diye sorma ihityacı hissettik. bu arada oldukça sık kazım yılmaz okulu ve bulvarı ile karşılaştık ki bizim vartsayımımız amcamın datça'ya pek hizmeti dokunmuş çoktan vefat etmiş bir belediye başkanı olduğunu düşünüyorduk. hatta aşağıda gördüğünüz gibi bazı veciz cümlelerini anlamlandırmakta güçlük çektik:

devamını birazdan yazacağım. yeni bilgisayarımla henüz tanışmadığım gerçeği ile yüzleştim az önce.


Salı, Haziran 30, 2009

ben geldim

ankara kasabasına geri dönüş... bu şehri artık eskisi kadar sevemiyorum.gerçi bu yeni bir haber değil, uzun süredir sevemediğimin farkındayım. geri döndüm. buradayım. bazı şeyler aynı, ben ise:))) üç gün sonra eski halime dönerim. bir zamanlar bu bloga serseri mayın ve karşılaştıkları konulu birşeyler yazmıştım. işte bu serseri mayın olma hali büyük bir lüks ve ben bunun tadını çıkararak geldim. borcum boyumu aştı ama olsun :)))

işin aslı şu ki, kim ne derse desin, (burada kim ben'i de kapsamaktadır) ben de sebebi belirsiz bir yaşama sevinci var. bunu keşfetmek, ve bunun yanı sıra bilinmeyen bir şehri keşfetmek çok güzel ...:)

yakın zaman içerisinde fotoğrafları ile bu mevzuya geri döneceğim...

Cumartesi, Nisan 18, 2009

rastlantı

bu sabah babam "yüksük" sözcüğünü kullandı bir vesile ile. sonra yazmak için pc başına oturduğumda, kenarda, varlığından habersiz olduğum bir yüksük buldum. bu bir rastlantı mıdır?

aylardır görmediğim, işin aslı görmeyi de, görüştüğümüz dönemdeki gerilimlerden, kavgalardan, hatalardan ötürü istemediğim 18 yaşından beri tanıdığım bir dost, dün işyerime geldi. dün aynı zamanda yeni işime başladığım günden beri ilk kez "bu benim işim" duygusunu yaşadım. (işle kurduğum iğreti ilişkinin olağan sonucuydu bu durum. hadi en sevdiğimiz işi yapıp büyük laflar edelim: doğrusu hayatla kurduğum eğreti ilişkinin olağan sonucu.) bu bir rastlantı mıdır?

o da mutsuzdu. o da hiç olmadığı kadar yalnız hissetmişti. rakı içtik, dertleştik, kızdık, duygulandık. sonra yıllar sonraki halimize şaştık. onca yaşanmışlık, onca kavga, kırgınlık, mutsuzluk, üzüntü, sevinç, coşku. hepsi masanın bir köşesine yerleşmiş, bizi halimizi, dünya halini, becerilerimizi, hatalarımızı, umutlarımızı, hayal kırıklıklarımızı anlattılar. son cümle "yine de seni çok seviyorum" oldu. ayarıldık, eve geldim, ev ahalisi film izliyordu. film yeni başlamıştı, onların yanında rahat bir konuma yerleşip, ben de izlemeye koyuldum. "man from the earth" 14.000 yaşında olduğunu arkadaşlarına anlatan bir adamın hikayesi. filmi anlatmayayım ama sorumuzu unutmayalım: bu bir rastlantı mıdır?

peki, rastlantıların bir anlamı var mıdır?

Pazartesi, Nisan 13, 2009

sana olan aşkımı kaldırım taşlarının altına yazdım

aklımda kaldığı haliyle başlığımıza konu olmuş slogan, paris 1968'in devrimci günlerinden armağan. sloganı ilk duyduğumda kaldırımların altına işlenmiş aşkın dünyayı değiştireceğini düşünürdüm. her neyse, mesele bendenizin geçmişle hesaplaşması değil, ürkmeye gerek yok. çağrışımlı düşünmenin olağan sonucu sadece. belki bu yazıya "türkiye'de yerel yönetimlerin kaldırımlarla inatçı mücadelesi" tadında iddialı bir başlık daha atılabilirdi. konuya gelelim.

son iki yıldır, saçma sapan yoğunluktaki, ne işe yaradığını kestiremediğim hayatımdan kaçıp sığındığım güzel bir yer kaş. arşiv bölümünden kaş'a tarafımdan yazılmış övgülere ulaşabilirsiniz. turizm her yeri olduğu gibi , orayı da kendine benzetip, sıradanlaştırma, bir örnekleştirme yolunda epey adım atmış. ne var ki kaş ufak çapta olsa da kendini korumayı başarmış bir yer. sözgelimi herşey dahil oteller yok denecek kadar az vs... tabi burada asıl mesele kaş'ın coğrafi konumu. uzun sahil şeirtleri olmadığından, sadece yatmasını bilenlerin ilk tercihi olamıyor...

kaldırım sözcüğü, ankara'da yaşayan hemen hemen herkese sinir bozukluğunu anımsatır. hiç bir zaman sağlam değildir. yağmur yağdığında, hangi kaldırımın altında birikmiş çamurun pantolonunuza çizmenize saldıracağı belli olmaz. siz ankara'da yaşamanın kazandırdığı içgüdü ile sağlam olan olmayan arasında sezgisel ayrımda başarılı olsanız da, ankara'ya yeni gelmiş, birilerinin kendi saldırgan çamurunu sizinle paylaşmayacağının da garantisi yoktur. bu da yetmezmiş gibi, bu taşlar her baharda sökülür yenileri yerleşir, ama nedenese bir türlü becerilemez (acaba devasa granit taşlar, ve zeminde gerekli düzenlemenin yapılmaması olabilir mi?) , aynı sorun her karda yağmurda yeniden yaşanır. yani ankaralı için kaldırım zaten deyim yerindeyse bir gönül yarasıdır.

bugün eve geldim mailime baktım. kaş'ın güzel kaldırımlarının, seçimlerden bir ay önce jet hızıyla sökülüp, yerine ankara'dan tanıdık devasa granitlerin yerleştirildiğini öğrendim. buraya da onlardan iki fotoğraf aldım yükledim.
bu söküm işlemi sırasında çekilmiş ki, beni ağlamaya davet ediyor.
bu da tüm büyükkent yaşayanlarına tanıdık gelecek çirkin taşlar....

öte yandan en azından kaş'ın hala bir meydanı olduğuna da sevinmiyorum desem yalan. hala kaçılacak bir yer gibi duruyor. bakalım ne zaman ondan da mahrum kalacağız?

ilgilisine link:http://www.kasmeydantalani.blogspot.com/

Pazar, Nisan 12, 2009

bahar, umut, güneş vs...

bütün iyi kitapların sonunda
bütün gündüzlerin, bütün gecelerin sonunda
meltemi senden esen
soluğu sende olan
yeni bir başlangıç vardır

parmağını sürsen dünyaya, rengini anlarsın
gözünle görsen elmayı, sesini duyarsın
onu işitsen, yuvarlağı sende kalır
her başlangıçta yeni bir anlam vardır.

nedensiz bir çocuk ağlaması bile
çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır
E. C.

Baharın ilk günleri, tüm insanlığı birleştiren bir tınıya sahiptir. Zulme, kötülüğe zorbalığa karşı, kendisine yapılan onlarca davete rağmen bir türlü birleşmeyen insanlık, baharda en kötü olasılıkla gülümseme ortak paydasında birleşir. Her yaştan, her sınıftan, her ruh halinden insan gülümsemeden edemez. Bir zamanlar izlediğim, hayal meyal hatırladığım bir filmde, baharın küçük gülümsemelerine kanın katliamın zulmün ket vuramadığı hoş bir sahne vardı. Cem yayınevinin çocuk kitapları serisi henüz doğmadan satın alınan kuşağın hatırlayacağı aklımda yarım yamalak kalmış bir de şiir var aklımda, baharı yoksul çocukların neden o kadar çok sevdikleri üzerine.

Baharın bu etkisi, şimdilerde yerine yeni bir bar açılmış olan mekana ismini vermişti. Paris Baharı 1968, Prag Baharı 1968, fotoğraflarının yanında Çingeneler her mevsim bahar arz-ı endam eylemişti. O fotoğrafları çok severdim, ama en çok çingeneleri.

Madalyonun öte yüzü, operasyon demektir bahar ayları, kışın kapatıcılığı ortadan kalkıp, güneşe yüzünü gösterdiğinde, silahlar yeniden konuşmaya başlarlar. Yeniden haber bültenlerinde, onlarca yaşamın sonu “rakam” olarak yer bulur. Sadece rakam olmak, ne acımasızlık, hakikaten olası en kötü yaşam şeklinde yaşıyoruz.

Böyle güneşli, bir sabaha uyanınca insan, bütün katı gerçekliğine rağmen yaşamın, tozlu kitaplardan yıllardır okumadığı şiirleri ararken buluyor kendini. Sonra Bloch amcamız ister istemez akla düştü, yazdığı cilt cilt Umut ilkesi ile. Gündüz düşleri… Umut üzerine cilt cilt kitaplar yazmış, bir yolunu bulup, umudunu yitirmiş gariban insan türüne uzaktan bakınca acımamak ne mümkün. Madem bu türün müstesna bir üyesi ile başladık, müstesna başka bir üyesiyle bitirelim:


sen beni sevdikçe ey yar derdim artar daima
çünkü beni sevsen de
güvenmezsin bana bilirim
ama artan her şeyle birlikte yanlışlık da artar
mesela her su gözyaşı olur
her dönem bir hazin geçiş
suya boşversem yanılsama
aya baksam bir bulut
sevgisizlikle birlikte yanlışlığın hükmü başlar

bir düşün kaç kişiyiz bildirlerde
şimdilik kaç paralığız hele akşam olunca
bunca sütsüzün kahrını çektik düşün ki
gene de soluğumuz
bir orman yangını sayılır oralarda buralarda
ezildik gerçi ama horlanmadık bunu hattırlarsın
mutlaka hatırlarsın bunu
tut ki enver bırakır tehdidini
ethem başlar

çünkü beni sevsen de bana güvenmezsin iyi bilirim
apoletim sırmasız hatta hiç yok
su içsem ağzımın kenarından dökerim
neyi hatırlatır benim sana uzak bir bakışım
bilirim
aslında mutsuz yaşayıp gidiyoruz
ölüme direnerek şimdilik
şimdilik alımlı başka mutluluklara özenerek
aşkımız ve mutfak rafları ve uçaklar üstüne korkumuz
bir yudum gelecek ve mutlu saatler üstüne korkumuz
ama birlikte biliyoruz:eğilecek bugünkü başlar.

sev beni, alış bana
kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
şimdilik bırak musluğun sızmasını damın akmasını
bir tırnak gibi büyü domuz bir tırnak gibi
zorlayarak her bir yanı
çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar

aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelen itmeyle

umut yoktur
kimse yoktur umut etmemeyi önleyecek
çünkü umut kaçınılmaz gelecektir
bütün gümbürtüsüyle
umut kaçınılmaz gerçektir çünkü
biri asya'da biterken sözgelişi, şili'de öbürkü başlar.
T. U.

Cumartesi, Nisan 04, 2009

ben bugün haber okudum

bu sabah uzun süredir doğru dürüst bakmadığım gazetelerin internet sitelerinde dolandım. bir kaç notu da buraya düşelim.

önemli uyarı: bu not düşme işlemi esnasında elden geldiğince, çağımızın habercilik algısı masaya yatırılmayacak. keza çemkirme mideye zararlıdır.

efendim ilk haber Irak'tan kaynağına buradan ulaşabilirsiniz. Başlık: Kuzey Irak’ın küçük Amerika'sı. Bir de fotoğraf kullanılmış, o da aşağıda görülmekte.

"Kuzey Irak’ın Erbil kentinde işgalin ardından yükselen ABD destekli şirketler, bölgede küçük bir Amerikan kenti yaratmayı da ihmal etmedi. Kuzey Irak’ta “Kürdistan’ın en ayrıcalıklı villaları” olarak tanıtılan Hanzad Amerikan Köyü, bölgede işgalle beraber ortaya çıkan yeni zenginlere ve yatırım için bölgeye gelen yabancılara savaşın ortasında ayrıcalıklı bir hayat sunuyor. (...) Tanıtımda, bölgede Irak’ın diğer bölgelerinden farklı olarak silahlı askerler ve tanklar olmadığı, halkın bir bölümünün de yaşadıkları zorluklara rağmen son derece misafirperver olduğu ifade ediliyor. "

ABD'nin henüz tankıyla işgal etmediği yaşlı dünyamızın başka bir köşesini değerlendiren yoruma ulaşmak için ise buraya gidebilirsiniz. Başlığımız: Slumköylerde tarihin en büyük neoliberal terörü Ve tabi foto:
"Hiç duymuş muydunuz efendim, 2008’de Hindistan’da tam 16 bin çiftçi intihar etti. 2009’un şu zamana kadarki bölümünde ise canına kıyan çiftçi sayısı 2000’i çoktan geçti. 1997’den bu yana Hindistan’da hemen hemen hepsi böcek zehiri ile olmak üzere kendilerini öldüren çiftçilerin sayısı ise 200 bini aştı. Sahi, bunlar, “törpülendiği” konusunda kimsenin şüphesinin olmadığı, resmi bir kurum olan Ulusal Suç Kayıtları Bürosu’na ait (NRCB) rakamlar. Gerçek verilerin ürkütücülüğünü tahayyül etmeye çalışmak dahi hırpalayıcı."

memleketten haber arayanlar için ise, burası tavsiye edilir. Önce içimizi acıtan bir başlık: Kendisini aydınlara anlatamadan öldü ve tüm ihtişamıyla foto:

"Oran, Yazıcıoğlu'nun kendisine Ahmet Altan, Mehmet Altan, Cengiz Çandar, Fehmi Koru, Murat Belge, Rıza Türmen, Nuray Mert, Hasan Cemal, Ali Bulaç, Eser Karakaş, Oral Çalışlar, Etyen Mahçupyan, Şahin Alpay ve Ali Bayramoğlu'nun isimlerinin yer aldığı bir liste sunduğunu ve bunlarla görüşmeyi planladığını aktardı. Oran, görüşmeye ilişkin şu bilgileri verdi:"Bana bu listedeki isimlerle buluşturabilirmisiniz dedi. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu sorunca 'Ülkenin üzerinde 12 eylül benzeri oyunlar oynanmak isteniyor bunlara engel olmak istiyorum. Ülkemin yeniden bir karanlığa çekilmesini istemiyorum' dedi." Kezban Hatemi, Yazıcıoğlu'nun aynı talebi kendisine de aktardığını söyledi."

nasıl bir demokratmış, meğer 12 eylül karanlığının engellenmesi yönünde çaba gösteriyormuş. bir kez daha anlıyoruz ki, 12 eylül hakkaten milatmış, sen yıllarca 12 eylül gelsin diye memleketin dört bir yanında insanları katlet. sonra karanlığa karşı mücadele etmek için aydınlarla buluşmak iste. ya işte böyle sevgili okuyucu, kolektif hafıza mı dediniz? konumuzla ne alakası var canım. memleketimizin güzide yöreleri Maraş ile Çorum'un yanında neden vahşet ve katliam kelimelerini kullanıyorsunuz? adamcağız, 12 eylül karanlığından ülkeyi kurtarmak için uğraşırken gidiverdi, istirham eidyorum sayın okuyucu kendinize geliniz. Koskoca liberal gazetemiz de olmasa nasıl bilecektik biz gerçeği, ah ah iyiki varsınız. bırakınız ben gideyim.

bir de obama'nın dışkısı ile ilgili haber vardı sayın okyucu lakin benim içim daraldı.

gud bay

Perşembe, Mart 19, 2009

oyun

bir yerlere not düşülmesi elzem, bugün hissedilenlerin. küçük kardeş kocaman olmuş, üstelik kocaman olalı epey olmuş aslında dürüst olmak lazım ben anlamamışım. bugün onunla gurur duydum. bol bol sulandı gözlerim. annemi, babamı anladım. bol bol sulandım.

Pazar, Mart 15, 2009

Lizbon'a Gece Treni


Yaşadığımız binlerce şeyden olsa olsa bir tanesini dile getiririz, onu da gelişigüzel ve hak ettiği özeni göstermeden yaparız. Dile getirilmemiş bütün o deneyimlerin arasında hayatıımıza belli etmeden biçimini, rengini ve tınısını verenler de vardır. Bizler, ruhları araştıran arkeologlar olarak, bu hazinelere yöneldiğimizde, onların ne kadar dağınık olduklarını keşfederiz. İncelediğimiz şey, kımıldamadan durmak istemez, kelimeler yaşananın üzerinden kayıp gider, sonunda kağısın üzerinde bir sürü çelişki kalır. Uzun zaman, bunun bir eksiklik, üstesinden gelinmesi gereken bir şey olduğuna inandım. Bugünse durumun başka türlü olduğunu düşünüyorum: Bu bildik ama yine de gizemli deneyimlerin anlaşılabilmesi için geçerli çözüm yolu, dağınıklığı kabul etmektir. Kulağa tuhaf geliyor bu, evet, hatta aykırı, biliyorum. Ama olaya bu açıdan baktığımdan beri ilk kez gerçekten uyanık ve hayatta olduğumu hissediyorum.

İçimizde olanın ancak küçük bir kısmını yaşayabiliyorsak - gerisine ne oluyor?

Hayal kırıklığının kötü olduğu söylenir. Düşüncesizce varılmış bir önyargı. Hayal kırıklığı yoluyla değilse hangi yolla keşfedebiliriz neler beklemiş neler ummuş olduğumuzu? Bu keşifte değilse nerede yatar insanın kendini tanıması? Hayal kırıklığı olmazsa insan kendisi hakkında aydınlığa kavurşur mu?

Pazar, Mart 08, 2009

süt ormanı


bir kez daha "çocuklar politik mahkumlardır"

süt ormanı, çocukların yalnızlığı üzerine bir film. tanıtım yazısında modern hansel ve gretel olarak nitelendirilmiş.

bir de aslı erdoğan: “kaosun denklemi çok basit aslında. yaşam= ölüm. ölüm= ölüm. oysa hepimiz kendi denklemimizi kurmanın ve dünyayı ona eşdeğer kılmanın peşindeyiz. ne aymazlık! senin içindekini barındıracak derinlikte hiç bir şey yoktur gerçek dünyada; ama sen de yaşamın, ölümün ve bütün düşlerinle, gerçeğin korkunç sonsuzluğunda, oylumsuz bir noktadan daha büyük değilsin.”

Pazar, Şubat 01, 2009

şöyle böyle


nasılsın sorusuna bu aralar verdiğimiz yanıtlar epey eski zamanları andırıyor. before sunset filminde (gerçi ben o ikisini hep karıştırırım. hangisi ilkiydi, hangisi ikincisiydi bilemem. burada kast edilen ikincisidir) esas oğlan esas kıza der ki: insanların yaşadıkları onların kişiliklerinde 6 ayı geçmeyen kısa süreli etkilerde bulunur. ilk örnek olarak da, çok neşeli keyifli bir adamın bir trafik kazası sonucu bacaklarını kaybetmesinin üzerinden 6 ay geçtikten sonra eski neşesine yeniden kavuştuğunu anlatır; ikinci örnek de nemrut ve suratsız bir adamın lotodan zengin olduktan altı ay sonra yeniden nemrut ve suratsız olduğudur. tabi baştan aşağıya sorunlu tespit, bilimin işsizliğinden, dünyada hiç başka ampirik araştırma konusu kalmadığından yapıldığını varsayabileceğimiz bir araştırmaya dair, yıllardır görmediği, gençken çok etkilendiği kadınla sohbet edebilmek için dile getirilen bir kaç söz... ama işte kendimizi ampirik nesne haline getirme konusundaki patolojik ısrarın sonucu, bazı filmlerden, böyle laflar akılda yer ediyor. işin kötü kısmı bilime ve yaşama dair getirdiğimiz en radikal eleştiri de bu çerçevede anlamlı. yani, belli bir zamanda insanın kendi düşüncesinin nesnesi haline gelmesi konusunda ne kadar laf üretilse de, bunların laf olduğu gerçeği değişemiyor. biliyoruz, ama yine de yapıyoruz

not: foto geçtiğimiz haftalarda kale'de yeni işyerimdeki bir arkadaş tarafından çekildi, pek sevdim. o arkadaş stajyerdi, şimdi ayrıldı. ona bu fotoyu paylaşarak güle güle demiş olalım... yolun açık olsun ö.

Pazartesi, Ocak 26, 2009

Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos'un Gazze Üzerine Konuşması: Ekim ve Hasatlara Dair

İki gün önce, şiddeti tartıştığımız gün, anlatmakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı Condoleezza Rice, bir ABD yetkilisi, Gazze'de olup bitenlerin vahşi doğalarından ötürü Filistinlilerin hatası olduğunu beyan etti.

Dünyayı çapraz kesen yeraltı nehirleri kendi coğrafyalarını değiştirebilir ancak aynı şarkıyı söylerler.

Ve şuan bizim duyduğumuz, savaşın ve acının şarkısı.

Buradan çok uzakta değil, Gazze adında bir yerde, Ortadoğu'da, tam burada bizim yanı başımızda, İsrail hükümetinin ağır eğitimli ve silahlı ordusu ölüm ve yıkım yürüyüşüne devam ediyor.

Attığı adımlar klasik bir askeri işgal savaşının adımları: öncelikle "stratejik" askeri noktaları (askeri kılavuzların söylediği şekliyle) yok etmek amaçlı yoğun bir toplu bombalama ve direniş güçlerini "zayıflatmak"; sonra istihbarat üzerinde sıkı bir kontrol : "dış dünyada", operasyon alanının dışı, görülen ve duyulan her şey askeri kriterlerle seçilmelidir; şimdi de taburların yeni mevzilere ilerlemesi için düşman askerlerinin üzerine yoğun top atışı; sonra da düşmanın garnizonunu zayıflatmak için bir kuşatma olacak; sonrasında da mevzi işgal eden ve düşmanı yok eden saldırı, ve muhtemel "direniş yuvalarının" "temizlenmesi".

Modern savaşın askeri kitapçığı, birkaç varyasyon ve eklemeyle adım adım istilacı askeri güçler tarafından takip ediliyor.

Bunun hakkında çok şey bilmiyoruz ve "Ortadoğu'da çatışma" diye adlandırılan konu hakkında şüphe yok ki uzmanlar var, ancak dünyanın bu köşesinden bizim de söyleyeceğimiz bir şey var:

Haberlerdeki fotoğraflara göre İsrail hükümetinin hava güçlerince imha edilen "stratejik" noktalar; evler, kulübeler, sivil binalardır. Yıkıntıların ortasında tek bir sığınak, kışla, askeri havaalanı ya da bombardıman silahı görmüyoruz. Yani —ve lütfen cahilliğimizi bağışlayın— bize göre ya uçakların silahlarının kötü amaçları var ya da Gazze'de öyle "stratejik" noktalar yok.

Hiçbir zaman Filistin'i ziyaret etme onuruna sahip olmadık ancak insanların, erkeklerin, kadınların, çocukların ve yaşlıların -askerlerin değil- evlerde, kulübelerde ve binalarda yaşadıklarını varsayıyoruz.

Henüz direnişin takviye kuvvetlerini de görmedik, sadece yıkıntılar.

Ancak istihbarat kuşatmasının nafile çabalarını gördük ve işgali görmezden gelmekle alkışlamak arasında karar vermeye çalışan dünya hükümetlerini ve epey zamandır bir işe yaramayan, dışarıya ılımlı basın açıklamaları gönderen Birleşmiş Milletleri.

Ancak bekleyin. Birden aklımıza geldi belki de İsrail hükümetine göre bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılar düşman askerleri; ve böylece ikamet ettikleri kulübeler, evler ve binalar da yok edilmesi gereken kışlalardır.

Yani şüphe yok ki bu sabah Gazze'ye yağan kurşun yağmuru, İsrail birliklerinin ilerleyişini bu erkekler, kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan korumak içindi.

Ve bütün Gazze'ye yayılan kuşatma ile zayıflatmak istedikleri düşman garnizonu orada yaşayan Filistin nüfusunun ta kendisi. Saldırıları bu nüfusu imha etmeye çalışacak. Ve bu kanlı geçeceği kolaylıkla tahmin edilebilir saldırıdan kaçmayı ya da saklanmayı başaran herhangi bir erkek, kadın, çocuk ya da yaşlı daha sonra "avlanacak", böylece temizlik tamamlanacak ve operasyonları yöneten komutanlar da kendi efendilerine rapor verebilecekler: "Görevi tamamladık."

Cahilliğimizi tekrar bağışlayın, belki de söylediğimiz asıl mevzunun dışındadır. Ve devam eden suçu mahkum etmek yerine, biz yerliler ve savaşçılar olarak, olup bitenin "siyonizm" mi "antisemitizm" mi olduğunu, ya da bunu başlatanın Hamas'ın bombaları olup olmadığını tartışıyor olmamız ve bu tartışmaların içinde bir konum almamız gerekiyor.

Belki bizim düşüncemiz çok basit ve analizler için çok gerekli olan nüansları ve dipnotları kaçırıyoruz, ancak Zapatistalar için bu durum profesyonel bir ordunun savunmasız bir nüfusu katletmesi gibi görünüyor.

Ezilenlerden ve soldan kim buna sessiz kalabilir?

Bir şeyler söylemek işe yarar mı? Bizim ağlayışlarımız bir bombayı dahi durdurur mu? Bizim sözümüz bir tek Filistinlinin dahi yaşamını kurtarır mı?

Evet, bize göre bu işe yarar. Belki bir bombayı durduramayız ve sözümüz böylelikle fişeğinin üzerine "IMI" ya da "Israeli Military Industry" (İsrail Askeri Endüstrisi) harfleri kazınmış 5.56 mm ya da 9 mm kalibrelik mermilerin bir kız ya da oğlan çocuğunun göğsüne saplanmasını engelleyen bir zırhlı kalkana dönüşmeyecek. Ancak belki de sözümüz Meksika'daki ve dünyadaki öteki sözlerle güç birliği yapmayı başarır ve belki de ilk etapta bir mırıltı olarak duyulur, giderek gürleşir ve sonra Gazze'de duyulabilecek bir çığlık, feryat olur.

Biz sizin hakkınızda bir şey bilmiyoruz, ancak biz EZLN'den Zapatistalar, biz, yıkımın ve ölümün ortasında birkaç cesaret sözü duymanın ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.

Bunu nasıl açıklamam gerektiğini bilmiyorum ama olan şu ki, evet çok uzaktan sözler bir bombayı durduramaz ancak adeta ölümün kara odasında bir delik açılmış ve ufak bir ışık parıltısı içeriye düşermiş gibi olur.

Diğer her şey için olduğu gibi, ne olacaksa olacaktır. İsrail hükümeti terörizme ağır bir darbe indirdiğini açıklayacak, katliamın büyüklüğünü kendi halkından saklayacak, büyük silah üreticileri krizi göğüslemek için ekonomik destek sağlayacaklar ve "küresel kamuoyu", her zaman moda olan kolayca biçimlendirilebilir varlık, başka tarafa yönelecek.

Ancak hepsi bu değil. Filistin halkı da direnecek ve yaşayacak ve mücadele etmeye devam edecek ve amaçları için ezilenlerden sempati görmeye devam edecek.

Ve belki Gazze'den bir kız ya da erkek çocuğu da yaşayacak. Belki büyüyecekler, onlarla beraber kuvvetleri, kızgınlıkları ve öfkeleri de büyüyecek. Belki Filistin'de mücadele eden gruplardan biri için asker ya da milis olacaklar. Belki kendilerini İsrail'le savaş halinde bulacaklar. Belki bunu bir silahı ateşleyerek yapacaklar. Belki kendilerini bellerine sarılı bir kuşak dinamitle feda edecekler.

Ve sonra tepede, yukarıdan birileri Filistinlilerin vahşi doğaları hakkında yazacak ve bu şiddeti kınayan açıklamalar yapacak ve bunun siyonizm mi anti-semitizm mi olduğunu tartışmaya geri dönecekler.

Ve hiç kimse şu anda hasat edileni kimin ektiğini sormayacak.

Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu erkekleri, kadınları, çocukları ve yaşlıları adına,

Komutan Yardımcısı İsyancı Marcos

Meksika, 4 Ocak, 2009

Pazartesi, Ocak 19, 2009

?

Pazar, Ocak 18, 2009

...düşülen not:185

geçtiğimiz 22 günü nasıl geçtiğimiz üzerine düşünmeye davet ediyor blog kullanma işi. her açışımızda en son ne zaman bir şeyleri not düşmeye değer bulduğumuzu hatırlatıyor. blog tutmaya başladığımızdan beri kaç kere, buraya not düşme ihtiyacı duyduğumuzu gösteriyor. sayılar bu kadar önemli mi? değildir umarım.

yeni işin yaşamıma yeniden soktuğu edebiyatı pek özlemişim. biliyorum hiç bir zaman kelimenin tam anlamıyla uzaklaşmamıştım. kelimenin tam anlamıyla uzaklaşmamış olmak, uzaklaştığımız gerçeğini değiştirmiyor tabi.

juli zeh, kendisiyle yeni tanıştım. almanya'nın genç romancılarından biri. üzerine yazmak için epey erken, ne de olsa tam olarak okumadım henüz. kötü tercüme ve bozuk türkçesine rağmen kitabın arkasında beni kendisine çeken pasajı buraya alıntalamalıyım. aslı erdoğan mı? o başka zamanlara kalsın. fonda "que sera" çalsın. ve biz geleceğimizi merak etmekten vazgeçemeyelim.

"avrupa'nın büyük bir bölümünün savaş yüzünden mahvolduğunun farkında mısın? sağ kalanlara ihanet edildi, aşağılandılar ve unutuldular."

bir de john berger, gazze'yi anlatsın. bizim kelimelerimiz bir türlü yetmezken.