Cuma, Ekim 27, 2006

iletişim ve mucize

artık yeter ben daha fazla yokmuş gibi yapamayacağım, hayatımıza giren erkekler tarafından yokmuş gibi davranmak konusunda aldığımız eğitimde ikimizin de oldukça başarılı olduğumuzu kabul etmek gerekiyor. gerçi annelerimiz de bu konuda güzel bir misal teşkil ediyorlardı önümüzde, yani sadece babalar sevilenler sorumlu değil gibi. amacım kesinlikle bir tür psikiyatrik analiz yapmak değil, ne de olsa bu konu beni aşar. ama şurası bir gerçek ortak özellik yani iletişimi imkansız hale getiren ortak özellik yokmuş gibi yapmak sanırım ve bununla bağlantılı kırgınlıkları anında dile getirmeyip biriktirmek. iki kadın sağlam bir dostluk ilişkisini nasıl harcar'ın canlı örnekleriyiz, sanki. en korkunç kısmı gerçekten iletişim teknolojileri üzerine yapılan tüm tahlilleri doğrulayan tuhaf hayatlarımız var. bir örnek hiç tanımadığım bir adam abd'den bayramımı kutlayabilirken, ya da ortak dil bilmediğimiz halde birbirimize gönderdiğimiz resimlerle, bir brezilyalı ile iletişim kurabilirken, ben dibimdeki çoğu zaman en yakın hissettiğim insanla iletişim kurabilmenin yolu olarak blogumu kullanıyorum. ve tabi ki bu durumun temel nedeni o kadar çok yokmuş gibi yapıldı ki karşılıklı geriye sadece nasılsın sorusuna verilen gündelik cevaplar kaldı.

gel gör ki ben bu oyunu en iyi oynayanlardan biriyim, ama başka bir yaşam istiyorsam birşey yapmak zorundayım. blogunda okuyorsunuz yazamıyorum demiş, okumayız dilersen diyip kestirip atabilirim mümkün. ama mümkün olan başka bir yol da biriktirilen kırgınlıkları karşılıklı huysuzlukları gerekirse bağıra çağıra kavga ederek ortaya koymak ve bir rahatlamak, ve rol yapmaktan vazgeçmek. mümkün mü? mümkünse cidden işte budur mucize. dün yağmur altında ıslanmanın verdiği keyfi tadarken, aklımda ne kadim aşklar ne de yeniler vardı. olsaydı birlikte zıplayıp gülseydik vardı sadece. özlem yoğun bir özlem onun da paylaştığını bildiğim şöyle etraflıca güzel bir analiz ardından kahkahalar ve tüm bunlara eşlik eden güzel bir müzik ve şarap. iletişim gerçekten sadece mucizevi hallerde mi mümkün? öyleyse mucize bize ne kadar uzakta? f. bir yazısını şöyle bitirmişti: "dünyayı öküzün boynuzlarından ellerimize almak için..." bu yazı için çok abartılı bir sonuç gibi görünebilir ama dünya ancak yakınımızdakilerle olabildiğince güzel bir iletişim kurmakla farklı hale gelebilir. en azından bence...

Perşembe, Ekim 26, 2006

yağmur...

singing in the rain'deki gibi dans etmeyi filmi ilk izlediğim zamandan beri istemişimdir, ki bu epey küçük yaşalara rastlar. bu gün okuldan çıkacakken baktım yağmur indirecek, dedim ki laia, hasta olacaksın evet, işlerini yapamayacaksın evet, ama olsun yağmur altında üzerinde yağmurluk olmadan yürümeyeli epey zaman oldu. dans edemezsin o kesin de en azından yürü. mp3 player denen mucizevi aletimi de bulmuşum, (kaybolmuştu olabilecek en komik yerden çıktı ne işi vardı ben de bilmiyorum, ama mutfak dolabının içinde, annecik buldu sabah)çıktım şakır şakır yağan yağmura.
yaşadığımı hissettim o kadar iyi geldi ki, şimdi hapşırmalar burun akmalar başladı, ayrıca doluya dönüştüğünde biraz kafam acıdı, ayrıca eve gelebilmem 1,5 saat sürdü, ceketim kazağım, saçım tamamen sırılsıklamdı (ki evden geç çıkmamın ve bugün ilgilenmem gereken işlerin yarısı ile ilgilenememin sebebi saçımı kurutmak için uğraşmış olmamdı). ama çok güzeldi. arada sırada yapmak lazım.
Gene Kelly - Singing in the Rain - ( lyric included )

Çarşamba, Ekim 25, 2006

ice age extra

obssesiflerin atası :D
7tepe istanbul \ babam müzik olsaydı

dayanamadım bir tane daha

bayram...

bu bayramda öğrenilenler
1. ömrün sonuna kadar antik yunan üzerine okunulacağı, bunun bir sonunun olmadığı.
2. bloga nasıl youtube'dan video yüklenir (bu durum okuyucu için pek de hayırlı bir haber olmayabilir, yazar için zaten değil, özellikle youtube'da neredeyse herşeyi bulmak mümkünken)
3. teknolojik ilerleme, üzerine söylenen her şeyin, hem iyicil hem de kötücül anlamda doğru olduğu.
4. ab üzerine ders almanın dünyanın en sıkıcı işi olduğu. liberal teorinin bu bünyeye uygun olmadığı. uluslararası ilişkilerin ise uzak durulması gereken bir alan olduğu
5. babaanneye duyulan özlemin azalmak yerine giderek arttığı, portakallı kurabiye ve naftalin kokusunun karışımının özlendiği...
Howl's Moving Castle: japanese trailer
Howls Moving Castle

bu da yürüyen şatodan
yeditepe istanbul dizisinden bir bölüm

yeditepe istanbul
"hayat sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer. yersen"

Pazar, Ekim 22, 2006

iletişim mucizevi hallerde mümkündür.

"bu ödünç alınmış ağızla; o düşünülmüş ve tekrar düşünülmüş namevcutlaşacak kadar ustaca inceltilmiş, nüansın zulmü altında beli bükülmüş, herşeyi ifade etmiş olduğundan ifadesiz kalmış, kesinliğiyle ürkütücü, yorgunluk ve edep yüklü, kabalık dercesinde ketum sözcüklerle ilişkimin hikayesini size ayrıntılarıyla anlatmak, bir kabus metnine girişmek olur." e. m. cioran

Cumartesi, Ekim 14, 2006

obur insanın günlüğü post :30

bu akşam eve gelirken evde sıcak yemeğin olduğu hayali ile geldim, gel gör ki annenin işi varmış, dün akşamdan da yemek kalmamış, dedim neyse kendime yumurta kırayım. sonra ama, yemek pişirmeyeli uzun zaman olduğu aklıma geldi. üşenme dedim kendime ve üşenmedim. uzun zamandır izmir köfte yapmıyordum, pilavı ile birlikte bir saatimi aldı, ama anladım ki özlemişim, şöyle keyifli yemek pişirmesini. zamanın sınırlayıcılığının içinde dışarıda yemek, kahvaltı ile geçiştirmek, uğraşmamak, üşenmek, dışarıya sipariş vermek eylemleri daha kolay geliyor. halbuki iyi ruh hali içinde yapılan yaratıcılığın zorlandığı güzel yemekler yapmak benim için bir zevktir. gerçi uzun süredir yaşama o düzeyde bağlı hissetmiyorum kendimi, ama bu sefer tam aksi etkinin de mümkün olabileceğini gördüm. şöyle ki yemek pişirmek bir şekilde benim kendimi daha bir iyi hissettirdi.

isabel allende'nin romanlarından birinde, galiba ruhlar eviydi, karakterin de adını hatırlamıyorum, neyse bir anneanne torununa kendini iyi hissettiğinde mutluyken yaptığın yemek daha güzel olur diye öğüt veriyordu. ya bu romandan çok etkilendiğim için ya da bu öğüdün hakikatı yansıtmasından bilmiyorum, bugüne kadar mutluyken muhteşem yemekler yapmışımdır. (az biraz mütevazilik o ne öyle) ama ilk defa tersinden de işe yaradı ilginç.

yaşamın her anında iyi hissedebilmenin koşulu olarak , yaşamsal ihtiyaçların mümkün olan en özenli şekilde tatmin edilmesini öne süreceğim. şimdi varsayalım ki ben bugün bir sandiviç hazırlayıp onu hızlıca tv karşısında tüketip odama kapansaydım, büyük olasılıkla yarın da havanın da desteği ile (sağolsun olabildiğince iç sıkıcı) yine güne mutsuz başlayacaktım. gel gör ki yapılan güzel bir yemek, hazırlanan güzel bir sofra, kardeşin babanın annenin gülen yüzleri, yemek sırasında iki espiri iyi hissettirdi kendimi.

Cuma, Ekim 13, 2006

özet

fark ettim ukalalık yapmaktan kayıt tutmaya vakit kalmamış, neyse neler yapıldı anlatalım.

dün dersler vardı, birini bırakma konusunda ben ısrarlıydım ama olmadı, neyse bakalım geçebilecek miyiz? ilk derste a. hoca üzerime spinoza gibi bi yük attı ki, sanırım bu dönem biraz uzun sürecek benim için, gittim yanına benimle alıp vermediğiniz nedir diye. adam zeki, biliyor da malını hemen verdi gazı. neyse efendim öbüründen de aldık avrupa kamusal alanını. durumun özeti: benim yemek yeme, tuvalete gitme blog yazma vs.. gibi hiç bir eylem çin vaktim kalmamıştır. abartsaydın laia, kuşkusuz en sevdiğim sanattır mübalağa:D

ama daha öncesi de vardı; salı günü ezginin günlüğü konserine gidildi a. ile birlikte. uzun süredir görmediğim sevdiğim ve sevmediğim insanlarla karşılaşıldı. ne kadar huysuz ve çocuk bir bünye olduğum anlaşıldı. ne de olsa boynuma atlayan b.'ye oldukça soğuk davrandım. ancak bu noktada her daim olduğu gibi kendimi teorize etme işine gireceğim. yani kadın sen beni sevmezsin ben seni sevmem, ortak tanmıdıklarımız olması dolayısıyla, onların yanında karşılaşmamız halinde niye boynuma atlarsın bu nasıl iş? elimi sık bak o kadar medeniyim yani. neyse konserde pek kalınmadı, eve gelindi. evde de üşenilmedi cahil periler yazıldı. şimdi okudum yeniden eklenmesi gereken çok şey var ama konu bayıcı olmaya başladı benim için.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

"aldatma kendini, zaten sıradan bir hayatın var."

yukarıdaki alıntı izlemekten çok keyif aldığım ve bana kalırsa yaşama dair bir çok konuya örnek teşkil edecek sahnelerle dolu "cahil periler" filminden. umarım bu filmin bana anımsattıklarını düşündürdüklerini tam anlamıyla buraya aktarmak mümkün olabilir. öncelikle filme dair mini bir özet yapayım: antonia ve massimo, liseden beri birbirlerini tanıyan, iyi anlaşan, nehir kıyısında güzel bir villada yaşayan 15 yıllık evli bir çift. massimo( bu arada isimlerin nasıl yazıldığına dair bir fikrim yok, idare edilecek artık)filmin hemen başında bir trafik kazasında ölüyor. antonia yıkılıyor, ve evinde dışarıya kendisini kapatıp matemini tutmaya başlıyor. massimo'nun iş yerinden gelen eşyaları yerleştirirken, bir tablonun arkasında "massimo'ya, birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için" diye başlayan ve "sürekli bekliyorum sabrımın adına aşk diyebilir miyim? senin cahil perin" yazısını görüyor. o ana kadar gayet iyi bir ilişkisi olduğuna, her şeyini bildiği ve kendisinin de her yönünü bilen bir adam olduğuna inanan antonia yıkılır, ve o "kadını" bulma amacıyla harekete geçer. kısaltma gerekiyor sanırım, buluyor ama bulduğu bir kadın değil erkek çıkıyor. aynı apartmanda bir nevi komün hayatı yaşayan eşcinsel bir çift, çapkın bir kadın,türkiye'den gelmiş bir mülteci, bir travesti,aids hastası ernesto ve tabi ki massimo'nun sevgilisi mikele. ve antonia'nın isyanı aldatılmaktan çok, ondan habersiz farklı bir dünyasının olduğunu öğrenmenin verdiği acıdan kaynaklanıyor. tabi mikele'nin evinde toplanan antonia'nın hiç de alışık olmadığı tuhaf yaşamlar, bir şekilde hayatına giriyor, antonia onların rahatlığına bir şekilde alışıyor. bir akşam daha samimiyet evin anahtarının antonia'ya verilmesi düzeyine gelmeden, mikele nasıl tanıştıklarını anlatıyor massimo ile. mikele çok sevdiği bir şairin kitabını arıyor, ve girdiği 5.kitapçıda bir tane olduğunu öğreniyor, bilgisayarın başında adamın kitabı getirmesini beklerken, massimo geliyor ve mikele'yi kitapçı sanıp kitabı ona soruyor. bu arada adı geçen şair nazım hikmet. neyse efendim, massimo son kalan kitap için ne isterseniz veririm diyor, mikele kendisi kadar bu kitabı seven birini görünce etkileniyor, kitabın fotokopisini çektirip kitabı ona hediye ediyor. bu sahnede, antonia, nazım'ın bir şiirini ezberden okuyor, ve onca zamandan sonra ortaya çıkıyor ki kitap aslında antonia içinmiş, hatta massimo hiç bir şiirini okumamış. (bu nokta üzerine birazdan ukalalıklar geliyor.) neyse efendim lafı uzatmadan, bir şekilde mikele ve antonia arasında yakınlaşma yaşanıyor, zaten yukarıda alıntıladığım cümle de tüm ekibin antonia mikele ilişkisi üzerine yaptıkları bir geyik sırasında mikele'nin "ya bazen sıradan bir hayatım olsun istiyorum, bilmiyorum." cümlesine türkiye'den gelen mültecinin cevabı. antonio hamile olduğunu anlıyor, bu haberi vermek üzere eve gittiğinde, ekibi bahsi geçen geyiği yaparken yakalıyor, haberi vermiyor. neyse film belirsizlikle bitiyor, aslında tam olarak değil. ama sanırım kendim için yeterince ukalalık alanı açtım.

filmin bana düşündürdüğü ilk şey insanlara sınır çekenin onları durduranın toplumun kurallarının yanında aynı zamanda kendi kişiliklerine dair verdikleri ipuçlarıdır düşüncesi oldu. şöyle ki massimo'yu onca zamandır tanıyan antonio, hiç bir zaman düşünemeyceği bir hayatın içinde olduğunu görüyor. bu durumda massimo için zaten böyle bir yaşam mümkün, aksi takdirde bu yaşamın içinde bu kadar uzun süre yer almak onu rahatsız ederdi, söylemeye çalıştığım insana dair geliştirilen o şu konuda şöyle davranır düşüncesinin yine aynı insan üzerinde başka türlü davranmak istese bile bir baskı yarattığı oldu. örneğin filmde antonio kendi evinde mutfağa girmeyen massimo'nun elmalı ve portakallı köfte tarifiyle diğer hayatında ün saldığını öğreniyor. bir yandan da iki taraflı ve düzenli olarak yalana dayanan bir yaşam tarzının içinde, her iki ruh halinin yaşamanın da avantajlarından faydalanıyor. yani bir taraftan nehir kıyısında bir villa'da yaşayan, prestijli, güzel bir eşi olan bu sayede aslında tam olarak toplum tarafından kabul edilmiş bir hayata sahipken ve bunun avantajlarını yaşarken; diğer yandan toplumun tanımadığı ve mümkün olduğunca reddettiği ve ama kendisini olabildiğince rahat hissedeceği o kadar ki köftenin içine elma ve portakal koymayı düşünebileceği ve hatta koyabileceği, ve iki taraf da birbirinden haberdar olmadığı sürece- ki massimo bu konuda oldukça başarılı- sorunsuzca sürebilecek bir yaşam... her durumda iki taraftan da vazgeçememe hali. ve bunların temelinde de yine yalan var, çünkü sonuçta kendisi için olmayan bir kitap üzerinden kurulan bir ilişki. (yalan meselesine birazdan geri döneceğim.) bir taraftan insanın kendini gerçekleştirmesinin önünde kendinin oluşturduğu izlenimlerle birleşen toplumsal sınırların oluşturduğu engeller, diğer taraftan bu sınırları tanımadan yaşamı ortaklaştırırken bu sınırları kurmaktan kaçınınan ve bu uğurda dışlanmayı göze almış insanlar.

ister istemez özenilen anları görmek mümkün, tabi, bu sınırsızlığın içinde kırılanları da unutmamak lazım filmin etkileyici sahnelerinden biri de eşcinsel çiftten birinin bir partide başkasına yönelişini izlerken eşinin gözlerindeki hüzün, üstelik ona gülümserken engelleyemediği hüzün, sevgiliyi sahiplenmek kapitalist bir varoluş mudur? ama öyleyse herkesin içinden gelmez ki aldatmak'ı düşündürten bir sahne. neyse daha fazla tasvir etmeyeyim, izlemeyenler izlesin. açık ilişki denilen mevzuya ilişkin gerçekten günümüz toplumları için mümkün müdür? ya da toplumsal düzlemde düşünmeden, sanrım herkes için mümkün olan bir şey değil.

filmin yalan üzerinden ilerlediği asıl tartıştırmak istediğinin yalan olduğunu gözlemlemek mümkün, bir sahnede, antonia'nın ilk kez ekiple aynı masada oturduğu sahnede travestinin ailesini ziyaret etme düşüncesi üzerinden açıktan tartışılıyor, yalan nedir? yalan nerede başlar, kendimize ilişkin kurduğumuz düşler nerede başlar? bunlar arasındaki ayrım nedir? gibi düşünceler filmin alt metninin tartışmaya açmaya çalıştığı sorunlar. sanırım bu konuda karar vermek mümkün değil, ama ilk yalanı söyleyen massimo'nun kitap mevzusunda, bu yalanı ona yeni ve başka türlü bir yaşam sundu, ve aslında bu yaşamın tüm güzelliklerine kendi yaşamından hiç bir şey eksiltmeden dahil olabildi. şimdi amaçladığım onu filmin kötüsü ya da şeytanı ilan etmek değil. olmadığımız biri gibi görünmek istiyorsak, o olmayı istiyoruzdur ve biraz da oyuzdur, çünkü olmayı isteyecek bunca şey varken onu seçmişizdir. yani massimo kendisi o şiirleri seven ve okuyan adam olmasa bile o olmayı istemekle aslında o şiirleri okuma ve sevme potansiyelini içinde barındırdığını gösteriyor. ve tabi bu konuya ilişkin son abuklama, her yerde yaşadığı anı yaşıyor ve hissetmediklerinden değil, aksine hissettikleri için, sevilmeme korkusudur yalana iten. ya aslında bu kadar da emin olduğum bir konu değil bu sanırım filmin mesajı bu, ama ben emin değilim. yani yalan denilen şey aynı zamanda massimo'nun antonia ve mikele arasındaki iletişim şekillerinde en çok kendisini etkileyen bir boyuta sahip, her koşulda sıkıştıran ve rahatsız eden bir yanı var. ve onun bir karısı olduğu gerçeği dışında onun söylediklerine inanarak yaşayan, ve tüm bunlardan habersiz antonia için bir gerilim sebebi değil, sadece öfke sebebi, neyse yalan konusu beni aştıo. ama şu bir gerçek, massimo antonia ilişkisi ile massimo mikele ilişkisi eşit derecede sahiciler.

toplumsal yaşam ve onun denetleme mekanizmaları bir şekilde, eğer mücadele etme gücüne sahip değilse, ya da kaybedeceği şeyleri varsa, insanı şizofrenik bir yaşama itiyor. şizofrengi dergisinin benim kuşağımüzerinde yarattığı etki göz önüne alındığıunda özenmemek mümkün değil. ama sanırım benim için asıl özenilecek adam mikele'nin yaşayış şekli,evinin anahtarlarını tüm ekibe dağıtacak kadar cömert, ve antonia ile iletişim kurmaktan çekinmeyecek kadar açık.

neyse ben durayım artık, tam olarak istediğim gibi olmadı, anlatamadım yine ama yoruldum artık, belki sonra devam ederim. ya da etmem.

Pazartesi, Ekim 09, 2006

28. yıl 8.gün

bugün neler yaptım? önce a. ile oturup çay içip gevezelik yaptım, sonra manasız bir toplantıya dahil oldum. ardından a. f. ve c.yi gördüm, eve giderken c. bana sen ineksin aslında dedi, bu yorum üzerine şok geçirdim, hemen kadim dostları tanık sandalyesine çağırma isteği içine girdim. (dolicim, duyuyor musun bana inek diyorlar.)neyse efendim onlardan ayrıldım, eve gelirken canımın bişiler içmek istediğini düşünüp, bir bira alıp, havanın son güzelliğinden de faydalanmmak için oturup bira içeyim. dedim, ve demekle kalmadım,içtim.

asıl anlatılmaya değer olan sanırım, bahçede bira içerken düşündüklerim ve hatta yaşanan tuhaf ve komik bir an. önce an ile başlamak daha kolay: biramızı açtık mp3player'da edith piaf eşliğinde demleniyoruz, kedinin biri dayılana dayılana üzerime yürümeye başladı, ve laia'nın aklına ilk gelen: kızım sen insansın o senden korksun rahat ol.( önemli dipnot: laia ismini bana doli uygun gördü, ama dolicim kafası bu kadar karışık bir zatın laia olması pek mümkün değil sanırım.) tabi, ardından ramazan ramazan, kadın haline bakmadan, sitenin bahçesinde tek başına içtiği yetmiyormuş gibi, bir de deli, kendi kendine gülüyor dedirtecek bir manzara çizdim. evet kahkaha attım kendi kendime demekten daha iyi bir ifade gibi geldi, ama okuyunca hoşuma gitmedi ama değiştirmeyeceğim.

bu arada düşünülenler ise, uzun zamandır yalnız olmaktan kaynaklandığını tahmin ettiğim, eski aşk ile geçirilmiş birbirinden güzel on gün oldu, aslında, bunu anımsatan düşünce, uzun süredir, durmadan yazdığım oldu. çünkü o güzel günlerde onunla bir film izlemiştik,, filmde adam yazardı, kadın yazar olmak istiyordu, adamın modasının geçtiği bir dönemde kadın, büyük bir hızla yazmaya başlamıştı, o kadar ki adam bir yandan kıskançlıkla bir yandan da ben bu işleri bilirim düşüncesinden hareketle onu uyarıyordu, bu kadar kolay bir iş değil bu diye. neyse efendim kadın best seller oluyordu falan. burada bana filmi anımsatan sanırım bu eski aşkın yazılarını artık beğenmemem. hatta a. adamın ilhamını nereden aldığı belli oldu gibi yorumlar yaptı, o kısmını bilemem, ya ben master sürecinde çok okudum ve zevkim değişti, ya da onun yazdığı şeylerde ciddi bir düşüş izlemek mümkün. ya da asıl gerçek büyü bozumu denen hadise. galiba bu:D

neyse efendim gün pek ilginç değildi, kedi ve benim beynime kazınmış modern insan kavrayışı sağolsun, güldük. bir de nedense ya da durmadan kendimi didiklediğimden olsa gerek, yanlış zamanda yaşadığıma karar verdim. şöyle mesela ispanya iç savaşının olduğu yıllarda yaşasaydım, madrid'de devrim olduktan sonra kafama saksı düşseydi falan gibi şeyler düşündüm yine. patetik farkındayım, ama sanırım bu dünyaya uyum sağlayamamak övünme gerekçesi kabul edilmeli.

bir de sanırım gün saymaktan vazgeçmek lazım ama napıyim insan her an başlık bulamıyor ki. bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek?

Pazar, Ekim 08, 2006

kendime not

üst üste üç gün evde oturma, en azından evin yakınlarında bir tur at, ev ahalisiyle manasız kavgaya hiç gerek yok.

neler olmuş bugüne kadar

kardeşin uzaklarda oluşunun yan etkilerinden biri de sanırım, dünkü abuklamaydı. ne de olsa bu tür esintileri onunla konuşarak bazen de didişerek atlatıyordum. neyse alışıyor insan her şeye, bu arada dersler başladı, ya insan hiç mi değişmez, ilerlemez, yine aynı burada neler dönüyor duygusu içinde anlama gayreti içindeyim. yine abarttım evet daha rahatım ama yine de...

neler yaptım kayıt tutacaktık hatırlayalım üç gün önce dersler başladı, derse gittim, ancak sebebini bilmediğim bir uyku hali peydah olduğundan ilk dersin başlama saatinde uyanabildim, ve tabi ilk derse geç kaldım. f. de gecikmiş sağolsun, benden bir iki dakika önce girmiş sınıfa ben de bu sayede onu azarlayan hocanın gazabından kurtuldum bana söylenecek hali kalmamıştı. ya işte böyle ilkokula geri dönüş :) aslında sanırım ilkokul yüksek lisans içindi, artık ana okulu demek lazım, en azından genç kalıyorum böyle bakalım. efendim iki hocadan ders alıyorum bu dönem, ilkini a. hoca diğerini de soyadına istinaden ç. hoca diyeyim karışmasınlar. neyse bu iki adamın benim hayatımda işgal ettikleri yeri yadsımak mümkün değil, kendilerinden çok şey öğrendim, öğrenmeye de devam etme kararındayım. ama bazen keşke yeni tanışsaydım onlarla bugüne kadar neler ile ilgilendiğimi bilmeselerdi diye düşünmeden de edemiyorum. üç yıl önce üzerine kafa yorduğumu sandığım sorunları hatırlamaları, üstelik sen bunları incelemiştin anlatsana biraz demeleri zorlayıcı oluyor, bu kadar dağınık bir ilgiye sahip olmaktan dolayı. okulun başlamasının ilk sonucu kendimizi kütüphanede bulmamız oldu tabi, ertesi günü kütüphanede geçirip a. hocanın okuyun dediği makaleyi anlamaya çalışırken, bu işi neden sevdiğimi anımsadım, evet bol bol şikayet etme alanı yaratıyor ondan seviyorum:))) kütüphane dönüşü nezle olmuştum, nane limonlar, ballı asprinler, viksler vs.. ile haftasonunu geçirdim, şimdi daha iyiyim yapmam gereken bir çok şeyi yapamamış olsam da, iyi hissediyorum kendimi. tüm bunlara ek olrak pc de tamir edildi, diğer kardeşin arkadaşı sağolsun.

artık işlerimi erteleyecek bahane kalmadı. evet çalışmak lazım...

Cumartesi, Ekim 07, 2006

kusursuz varoluş

tüm insanlar için genel ve geçer bir kaide olarak nitelendirebileceğimiz takdirden hoşlanma, zevk alma duygusu, insana öteki yaratarak kendini var etme potansiyelini de taşımaktadır. şöyle ki, takdir ettiğimiz şeyler genel olarak bir göz attığımızda karşımıza çıkan ortak özellik de bu öteki yaratma kabiliyetine tekabul eder: ya bu toplum içinde bir konuma ulaşma ya da hayata nereden baktığımıza da bağlı olarak bu toplumun dışında ona rağmen bir şeyi yaratabilme becerisi. her iki durumda da toplum ya da içinde yer alınan ortak ilgi alanları ve ortak niyetlerle bir araya gelinmiş topluluk için takdire layık görünen şey kişinin kendini farklılaştırma kapasiteisidir. kişi bir şekilde topluluğun ya da toplumun diğer üyelerinden farklı ayrıcalıklı bir konuma sahiptir, ve bu konum dolayısıyla takdir edilir. böyle bakıldığında kusursuz var oluşun namümkünlüğü üzerine söylenmiş, söylenen ve söylenecek binlerce düşünce aslında içi boş olmaktan kendisini kurtaramaz. çünkü öyle veya böyle insanlar takdir edilmekten zevk aldıkları sürece, takdir eden de onları tatmin ettiği sürece, mükemmelliğe ulaşma yolundaki adımlarına devam edeceklerdir.

hal böyleyken adorno amcamızın "mükemmellik faşizme özgüdür" sözüne dikkat çeknek önem kazanır. ancak önemli bir hatırlatmayla, insan içinde bulunduğu toplumun olanaklarıyla düşünür, dolayısıyla burada yazılanlar da bir uzaylının kafasından çıkmadığına göre, zaten yeniden modern olmuş toplumumuza özgü bir kavrayıştır tüm bunlar. ve elbette başka türlü bir yaşamın her anlamda var olabileceğine duyulan inancın ve daha önemlisi isteğin yokluğu noktasında ancak insan doğasına mündemiç bir faşizmden söz edilebilir. ki bu tür bir ruh halini aşma çabaları diğer yazılanlarda açıkça görülmektedir.

adorno amcamıza geri dönersek onun bu lafı hangi bağlamda söylediğini tam olarak hatırlamamakla beraber, hasta vücudumun bana oynadığı bir oyunun etkisiyle olsa gerek bütün gün kafamda bu laf dönüp durdu. takdir edilmek, edenin takdirini önemsemek ve mükemmel varlık olma isteği arasında kurduğum korelasyon, faşizm kadar birlik, bütünlük, aynılık ve tabi ki ötekiye dayanan bir sisteme özgü olarak algılanmasını şaşırtıcı bulmaktan çıkarır. başka bir deyişle, birlik aynılık bütünlük tabi ki üstünlük duyguları insanları "tam olma" eksiksiz var oluş"a götürür. elbette eksik var oluş eksik olma halinin temsilcisi olarak öteki de tam olma halinin garantörü olarak yanı başındadır. dolayısıyla tarihte sistematik dışlama ve yok etmenin en belirgin şekilde kendini gösterdiği toplumlarda, bu toplumların ötekiye olan ihtiyaçları doruk noktasındadır. çünkü son noktada kendi kusursuzluğu ötekinin kusurunda gizlenmiştir.

böyle bakıldığında gündelik faşizm diye adlandırılan, yaşamlarımızı kuşatan ve her davranışımızı doğrudan etkileyen iktidar ağlarının içinde takdir edildiğimiz, ya da ettiğimiz noktada insanları birbrinden ayırmaya başladığımız, ve varlığımızı bu dışlamalarla tanımlamaya başladığımız andan itibaren,hayatımıza, mükemmellik arzusu, hem kendi hem de çevremizdekilerin yaşamın alt üst edecek şekilde girmeye başlar. bu durum ben mükemmelime eşlik eden aslında iç yüzümü bilmiyorlar ben hiçimle bir arada yürür, bu ikiliğin temel sebebini ise sürekliliği sağlama arzusu olarak açıklamak yanlış olmayacaktır. şimdi hepimiz kardeşize, bir ve bütünüze getirmeye çalışmıyorum elbette lafı. ancak burada temel problematik bunu aslında neden yapıldığıdır. yaşamın neresinde bu yarışa başladığımızı bilmeden ne uğruna olduğunu sorgulamadan sadece sevgilinin bir gülüşü, babanın sırtını sıvazlaması, annenin gururu için mi yapılır? bu bile cevabı belirsiz bir sorudur.

ilk elden yaşamı farklı bir şekilde örgütlemenin yolu, sanırım ortak üretim kabiliyetini geliştirmenin yanı sıra dışlamanın ötesine geçebilecek bir ilişki biçimini kurma denemesidir. tabi bu durum pratik yaşamda burada söz edildiği rahatlıkta olmamakta, hatta çoğunlukla olmamaktadır. sanırım denemek ve en azından dışlamanın bilinçsiz bir şekilde yapıldığı ana kadar bunu zorlamanın faydası olacaktır.

peki tüm bunlar nerden çıktı? bilmem estiler

Pazartesi, Ekim 02, 2006



büyük olasılıkla yaşlanmış olmaktan kaynaklanan bir ruh hali içinde, bütün bir gün ben şaşkın bir ördek yavrusuyum üstüme gelmeyin diye bağırmak isteği içindeydim. o zaman dedim günlüğe bu resimle başlamak uygun olacak. evet dün benim doğum günümdü, ilginç ve güzel bir gün geçirdim. ayrıca a. ile yaptığım bir sohbette ruhen de büyüdüğümüze karar vedik, hiç bir şeyin ayaklarımızı yerden kesemediğine, eskisi kadar heyecanlı ve istekli olmadığımıza, bilinçsiz bir biçimde bir adım ötesini düşünmeye başladığımıza,ve bu düşüncelerin davranışlarımıza yön vermeye başladığına karar verdik.

e büyü kızım sen de artık derler adama, haklıdır da belki böyle diyenler, ama tercih şansım olsaydı o coşkuyu o umursamazlığı ve tabi içtenliği seçerdim, ama insan kendine ilişkin, yaşadıklarından bağımsız bir tercih yapamaz ki? ve zaten böylesi daha doğru idealize ettiğimiz şeyler bir şekilde bizi yönettiklerinden bir denge olmalı sanırım. idealize ettiklerimiz yaşadıklarımız ve kendimiz arasında.

neyse efenim bu kadar ukalalık yeter, bugün annemler geri döndü, baba resmen kararmış, annenin güneşe alerjisi var o aynı geldi. çok özlemişim onları ama bir haftalık sadece burada adı bugüne kadar hiç geçmemiş, diğer kardeşle geçen yaşam, kendi kurallarımın hüküm sürdüğü günler bitiverdi. bu ev özlemi kendime ait alan arzusu, ilerleyen yaşla birlikte daha bir sinirli hale getiriyor beni. ne de olsa 18 yaşımdan beri kurduğum kendime ait bir ev hayli halen hayal olmaya devam etmekte. bugün a.'nın evine gittim evinin iç dekarasyonunu değiştirmiş, o kadar güzel olmuş ki, o da pek memnundu bu halden. c.'nin evinde de dün gitmiştim o da pek bir güzeldi, insan gıpta ediyor ister istemez, evet önümüzdeki doğum günümü kendi evimi kutlama dileği ile bitireceğim bugüne kadar olan özeti.

sadece bunları yaşamadım elbette ama bu kadarını anlatmaya dilim el verdi, bir mevzu var ki içimde dile dökmenin rahatsız edeceği yaşam ölüm üzerine gevezelik edemeyecek kadar ciddi, yakıcı. onun için sadece tüm iyi niyetlerimin onunla olduğunu söyleyebiliyorum. sevgili e. sana, yaşama sevincine, seni sevenlerin sevgilerine ve iyi dileklerine güveniyorum.