Pazar, Şubat 10, 2008

...

"çünkü suyun sesi, aşkın ihtirasın sesinden kuvvetlidir. karanlıkta su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilini konuşur."
...

"hayır, kötü olan ölüm değildi; ölümün, bu basit işin bu peşin pazarlığın birdenbire ve her şeyle beraber son derece güçleşmesi, çözülmez bir yumak haline gelmesi, beş on kulaç suyun, bin türlü engelle doluvermesiydi. "bütün ıstıraplarım, orada, o eşikte bitecek... acaba hep böyle mi düşünürüz; ölümün mü hayatın mı çocuğuyuz? bu saati hangisi kuruyor, mevsimlerin eli mi, mutlak karanlığın parmağı mı? ölüm muhakkak bir akıbet. fajat madem ki hayat denen piyango beni teşkil eden adem parçasına isabet etmiş. madem ki kainat, her zerresiyle benim için canlanmış, o halde duyguların ve duyumların cennetinde, bu acayip walt disney oyununda sonuna kadar payımı almalıyım!" hayır, böyle de düşünemiyordu. bu da çok basitti. bu sadece dışarıda kalmak satıhta yüzmekti. "kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. gidenin arkasından ağlıyor gitme diye eteklerine yapışıyoruz. hiç bir şeyi kendimizden ayırmıyoruz.
bu sofraya davet edilmiş değiliz; belki mütemadiyen içimizden yaratıyor, doğuruyoruz... hiçbirimiz hayatı maddenin arızi bir hali gib kabul etmiyoruz. " hatta bu işi anlamak isteyenler bile, sonuna kadar oyunun içinde kalıyorlardı. her şey bizden geliyor, bizimle geliyor ve bizde oluyor.
ne ölüm var ne hayat var. biz varız. ikis de bizde . onlar, ötekiler sadece zaman aynasından geçen küçük, büyük arızalardı. merih'te bir dağ küçük bir patlayışla çöker. ayda lav dereleri kurur. kehkeşanın ortasında güneşle parlayan büyük buğday başakları gibi, yeni güneş manzumeleri kurulur. denizlerin dibinde mercan adaları doğar, yıldızlar aya karşı rüzgarların dağıttığı nisan çiçekleri gibi, bir renk ve ateş kıvılcımında dağılırlar. kuş kurdu yer, bir ağacın kabuğunda yüz bin haşere tohumu açar, yüz bini birden toprağa karışır. bunlarınhepsi kendiliğinden olan şeylerdi. bunlar kainat dediğimiz, büyük, tek, emsalsiz incinin, o mücerret zaman çiçeğinin, zaman nergisinin üzerinde parlayan, onu vakit vakit ve yer yer karartan akisleriydi.
yalnız insanoğlunda idi ki yekpare ve mutlak zaman iki hadde ayrılıyor, içimizde bu küçük idare lambası, bu isli aydınlık, çırpındığı çok basit şeylere kendi mudil ritaziyesini soktuğu için, süreyi toprağa düşen gövdemizle ölçtüğümüz için, ölüm ve hayatı birbirinden ayırıyor ve kendi yarattığımız bu iki kutbun ortasında düşncemiz bir saat rakkası gibi gidip geliyordu. insanoğlu, zamanın bu mahpusu, onun dışına fırlamaya çalışan bir biçare idi."

ahmet hamdi tanpınar, huzur.