Pazartesi, Aralık 29, 2008

hissiyatımız üzerine...

efendim, yenilgi duygusu ile başa çıkmamız pek kolay olmadı. ama güvenilir dostların elinde, hızla iyileştiğimizi de teslim etmemiz gerekir. ama tabi bu konuda en büyük destek, berlin'de geçirilecek bir ay fikri. birazcık derlenmem için bu şehrin ve bu ülkenin sınırlarının ötesi gibi yok. bir de yeni işyerimdeki bir arkadaştan edindiğim bir takım bilgiler, berlin'in tam da keyfime göre uzaklaşma olanağını sağlayacağına işaret ediyor.

ama tabi berlin işi de belirsizliğini koruyor. ya evet belirsizliğin yaratıcılığı önemlidir, diye bağrınabilirim. ama yani kendi hayatımda birazcık belirlilik fena olmazdı. yani ne zaman gideceğim bir an önce öğrenme isteğindeyim. neyse yarın bu işle ilgileneceğim. olumsallığa ise berlin'de yol vereceğim. ya da bunu dile getirme kapasitesine sahip olmak ile doğrudan bağlantılı olarak, kendimizle yüzleşme fırsatı yakaladım. komik bir şekilde de hali pür melalimden gayet memnunum.

yazı yazarak ifade etmek pek güç gelse de, deneyeceğim, tam ruh halimi açıklamayı. öncelikle bu hikayenin yaşamamı derinden etkilemesine izin vermeme uğruna attığım tüm adımlar, aslında nasıl hızla hayatımı derinden etkilemesine izin verdiğimi gösteriyor. o halde, bazı şeylerle başa çıkabilmek için, koy ver gitsin taktiği daha yerinde. ben de galiba bunu yapacağım. ama işin aslı şu ki, çalışmam da lazım. keza tezimin outline'nı olmadan bu sınava bir kez daha girmeyeceğim. bu konuda netim. geri kalanı önemsiz.

işte böyle sevgilili okuyucu. toparlama yolunda ilerliyorum. kendi hikayemde bunun bir kopuş mu yoksa sıçarama mı olduğu, yoksa devamlılık mı arz ettiği önümüzdeki günlerde kendisini gösterecek.


Çarşamba, Aralık 24, 2008

:)

hohoyt ankara'ya kar yağıyor. bir kaç işim var hemen ardından tadını çıkaracağım.

Cumartesi, Aralık 20, 2008

aslı erdoğan'dan devamla....



" eskiden, çok eskiden, asla geri gelmeyecek altın çağda, sonsuzluk henüz çarpıp durmamışken zamana, ışık vardı. söz vardı. (tamam haksızlık etmişim. aslı erdoğan yukarıda anlatmaya çalıştığımı görmüş.) sözün geldiği yürek. toprak ve suret. ama hiçbiri yetmedi insanların dünyasının filizlenmesine. parçalamayı öğrendi tanrılar. ilk cinayet işlendi, kardeş kardeşi öldürdü. kan suya karıştı, ışık çığlığa... daha doğmamış olan, sonsuza dek ayrıldı ölenden, söz koptu yürekten, suret unuttu yüzü. kırmızı bir perde gibi gerildi kan, ölümle yaşam arasına... bunun içindir ki, hep eksik hep tamamlanmamış kalacak hayatımız ve her gün yeniden yaratacağız kendimizi, kanla düşlerin evliliğinden. "

masalımıza yeni heyecan

"aslında hepimiz birer masalız. uyuduğumuzda bizi okumayı bırakıyorlar, uyandığımızda yeniden okumaya başlıyorlar."

kuzenimin arkadaşının dört yaşındaki kızı

tesadüfler üzerinden yazmaya devam: yazılı sınavda talih o kadar yanımdaydı ki, yeterlik çalışması boyunca beni kendisine çeken, ısrarla üzerine düşünmeye davet eden machiavelli üzerine iki farklı gruptan iki farklı soru vardı. yani maça 2-0 galip başladım. ve sonradan anlaşıldığı üzere, bu avantajı, kendimin sandığından çok daha iyi kullanmışım. beni tanımayan hocalardan birinin sorusuymuş machiavellilerin ikincisi, beni tanıdığını düşündüğü başka bir hocaya gidip, kim bu diye sormuş. evet doğru anladınız, bu kadar lafı dolandırmamın sebebi bu sınavdan çakmış olmamdır. verilebilecek yanıta dair hiç bir fikrim olmadığı için, konuya oldukça spekülatif düzlemden yaklaştığım türk siyasal hayatı sorusunda da 83 buyurulmuş. yani özetle, ya da muhtemel tez danışmanımın ifadesiyle, "iyi bir kağıt" verdim.

gelelim sözlü anına: söylemime eklenmesinden en çok korktuğum, beni en çok rahatsız eden bir kavramı dahi, üstelik aranılan cevabın yakınına yaklaşmadığını bile bile, kullandım. demem o ki, içerideki ben değildim. hayır bu ifade ediş şeklini beğenmedim. o da bendim, o da benim görünümlerinden biriydi. ama sadece biriydi. ve orada oturanlar, bunun farkındaydılar. madem öyle, hodri meydan. gelecek maça ben 5-0 galip başlıyorum. yani hodri meydan, buradayım. aradığınız şey tez önerisiyse, emin olun çok daha fazlasını alacaksınız. artık kitlenmemi de kontrol etmem bekleniyor. olur ederiz. istediğiniz bu olsun.

Cumartesi, Aralık 13, 2008

koca sınav öncesi bir kaç serzeniş


pazartesi yazılı, cuma günü de sözlü sınava giriyorum. lazy days dinleyip, katil soğukkanlılığı ile davranmak için yoğun bir çaba içinde olsam da, çok da başarılı olduğum söylenemez. yaptığım hesaplamalar, "yeterli" adledilebilmek için, tam olarak yirmi yıla daha ihtiyacım olduğu sonucuna ulaştırdı beni. muhataplara, yani bendenizi kurbanlık koyun ruh haline sokan, şu an için kasap görünümündeki kişilere bu durumu iletmek, çok da yerinde olmaz sanırım. pazartesi yazılı sınav sonrasında yeniden buraya not düşebilir miyim bilemiyorum. karşısında minnacıklaştığımız kocaman sınavımız öncesinde buraya bir şeyler yazmak gerekir diye düşündüm. yirmi yıl verseler halbuki, bir yirmi yıl daha istemek mümkün hale gelir, böylece sonsuza dek ötelemenin de yolu açılır. bir yandan da olsun bitsin neymiş görelim de var tabi. demem o ki, karmaşık ruh halleri içerisinden kendimizi sakinleştirerek, bir yandan da şu ana dek doldurduğumuz defterleri karıştırarak, kendi yazdığımıza şaşarak, pazartesiyi bekliyorum. aşağıdaki alıntı yukarıda "kasap görünümünde" benzetmesi uygun bulunmuş kişilerden birine ait. bakalım bakalım.

montesquieu gibi "en büyük iktidar her zaman bir köşesinden sınırlanmıştır" diyerek, mutlak bir gücün olanaksızlığından hareket edip egemenliği yadsıyabilirsiniz ya da gücünün nerede mutlak, nerede sınırlı olduğuna özgür iradesi doğrultusunda karar veren yine egemenin kendisidir deyip egemenlik kavramının kullanımına yeşil ışık yakabilirsiniz. tercih sizin. "siyaset bilimi" ile uğraşan insanın kendisini "özgür" hissetmesi bundan olsa gerek!


Cuma, Aralık 12, 2008

özgürlüğün hayaleti dişlerinin arasında bıçakla gelir








özgürlüğün hayaleti dişlerinin arasında bıçakla gelir

sosyal baskının en ağırı soğuk kanlılıkla burulmaktır. kaldırımlardan
sokulup polis kalkanlarına ya da ticaret tapınaklarına fırlatılan her
taş, gecenin karanlığında gökyüzünü aydınlatan her şişe, onların ve
bizim bölgelerimizi bölen sokaklara kurulan her barikat, insanları
tüketici olmaktan çıkaran devrim ateşinin her alevi ışığında ayın
altında kaldırılan her yumruk, sadece direnişe kol kazandırmıyor,
özgürlüğe gövde veriyor. şimdi hissedilen bu özgürlük hissi çocukken
sabah kalktığımızda hissettiğimiz ve her şey olabileceğimiz anlardaki
hislerimize benziyor her şey olabiliriz uyanmış yaratıcı insan olarak
bizden beklenen "itaatkar nesne" " öğrenci" "yabancılaşmış işçi" "mülk
sahibi" "aile kadını/erkeği" olmak zorunda değiliz artık. özgürlük
düşmanlarıyla yüzleşiyoruz artik, onlardan korkmuyoruz. bu yüzden
eskiden olduğu gibi islerine dönmek isteyenler korkuyorlar. özgürlüğün
hayaleti her zaman dişlerinin arasında bıçak tutarak gelir, zincirleri
kırmak için şiddet bu zincirlere bağlı olarak sefalet içinde
yaşayanları özgürleştirir. yine de 6 aralık cumartesi akşamından beri
bu ülkenin şehirleri düzgün islemiyor, alışveriş terapisi yok, bizleri
işe götürecek açık sokaklar yok hükümetin durumu düzeltme
inisiyatifine dair haber de yok, insanları endişeden uzak alışverişe
yönlendirecek tv programları da yok, meydan gecelerinde arabalarla
gezmeler yok vs. vs. vs. bu günler ve geceler tüccarlara, tv
sahiplerine, bakanlara ve polise değil, alexis e ait.
gerçeküstücüler olarak binlerce başka insanın yanında, başından beri
sokaktayız ayaklanmayı paylaşmak ve dayanışmak için; gerçek üstücülüğün
nefesi sokaklarda olduğu ve sokakları asla terk etmediği için.
polis cinayetinin ardından devlet katillerinin önünde sokağın nefesi
ve direniş çok daha yaratıcı bir hale dönüşmüştü. harekete yol vermek
elimizde değil ve gücümüzü aşıyor. yine de özgürlük mücadelesindeki
sorumluluğumuzun farkındayız. olayların bütün yüzleriyle ayni fikirde
olmasak da ve özellikle şiddet kullanımına katılmasak da, bu olayların
bir neden yüzünden ortaya çıktığının bilincindeyiz.

bu ateşli nefesin gücünü kaybederek sönmesine izin vermeyelim.!
hadi bunu betondan bir ütopyaya dönüştürelim: dünyayı ve hayatı dönüştürelim!
polisler ve onların efendileriyle uzlaşmak yok!
herkes sokaklara!

öfkeyi hissetmeyenler susmalıdırlar !

atina gerçek üstücüler gurubu, aralık 2008

Salı, Aralık 09, 2008

bu kışın ilk karı

strauss, machiavelli'yi harcarken, bu kışın ilk karı düştü. bu sene ilk kar, konyak yerine nane likörü ile kutlanacakmış, nasip. karın devamını sınav sonrasında bekliyoruz, ilgililere ilanen duyurulur.


klasik - modern

bugün, politik veya sosyal bilimin temel görevinin, en somut insani ilişkiyi anlamak olduğu savunulur ve bu ilişki, ben-sen-biz ilişkisi diye adlandırılır. şimdilerde ben-sen-biz ilişkisi denilen fenomen, klasiklerce dostluk diye biliniyordu. bir dost ile konuşurken, ona ikinci şahıs zamiri ile hitap ederim. fakat felsefi veya bilimsel analiz, bir dost ile konuşmuyor, ama sözkonusu analiz ile ilgilenen herhangi biri ile konuşuyor. bu tür analiz, dostlar halinde birarda yaşamanın yerine geçen bir vekil olarak anlaşılamaz; o olsa olsa, böylesi bir bir arda yaşamaya sadece işaret edebilir veya buna duyulan bir arzu uyandırabilir. analitik veya nesnel konuşmada upuygun bir hakkında konuşma insan yaşamındaki doğal haliyle nasılsa öyle olan hakkında konuşmaya dayanmalı ve onu sürdürmelidir. "dost" yerine "sen" den bahsederken, nesnel konuşmada korunamayacak olan şeyi, nesenel konuşmada korumaya çalışıyorum; nesnelleştirilmesi kaabil olmayan bir şeyi nesnelleştirmeye çalışıyorum. yalnızca "ile konuşma"da gerçekleşebilecek olanı "hakkında konuşma" da korumaya çalışıyorum. bu yüzden de fenomenlere haksızlık ederim; geneomenlere sadık kalmam; somutu kaçırıp kaybederim. sahici, otantik insani iletişim için bir temel atayım derken, sahici insani iletişim için bir kaabiliyetsizliği korurum.

leo strauss, politika felsefesi nedir?

Pazartesi, Aralık 08, 2008

bir yugoslav deyişi

"kesin olan tek şey gelecektir, çünkü geçmiş sürekli değişiyor."

Cuma, Aralık 05, 2008

Perşembe, Aralık 04, 2008

Çarşamba, Aralık 03, 2008

bugün rousseau konuşsun

“insanlardan nefret etmektense kaçmayı benimsedim onları görmediğim zaman, benim için kesinlikle var değiller.”

"görmüştüm ki, her şey temelinde siyasete dayanıyordu, ve nasıl davranılırsa davranılsın, her halk, yönetiminin niteliği ne yapıyorsa ancak o olabiliyordu; böylece mümkün olan en iyi yönetime ilişkin o büyük sorun, bana şu soruya dönüşmüş gibi geliyor: en erdemli, en bilgili, en akıllı, kısacası bu kelimeyi en geniş anlamında alma koşulu ile, en iyi halkı meydana getirmeye özgü yönetimin niteliği nedir?"

Pazartesi, Aralık 01, 2008

...

doğa ve doğanın yasaları gecenin içinde saklıydı
tanrı, newton olsun dedi ve herşey ışıdı.

alexander pope

bişi

Pazar, Kasım 30, 2008

...

" insan denilegelen şeyde olduğu gibi, bir dakika önce burada var olan bir yalın ideler toplamını gördüysem, aynı insanın şimdi de var olduğundan emin olamam; çünkü bir dakika önceki onun varlığı ile onun şimdideki varlığı arasında zorunlu hiçbir bağ yoktur. milyonlarca insanın şimdi var olması kuvvetli bir olasılık olsa da ben yalnızken, bunu yazıyorken, bunun bilgisine sahip değilim."

"yanılma, bilgimizin değil, gerçek olmayanı kabul etmemize neden olan yargımızın bir kusurudur."

john locke

Cumartesi, Kasım 29, 2008

alıntı


bu gece aslı erdoğan:

"yaşlı ve çirkin bir mandarin, karşılığını parayla ödeyeceği zevk gecesi için olağanüstü güzel, ama taş kalpli bir fahişeye gitmiş. sabaha karşı, yaşlı adamın uykuya dalmasını fırsat bilen genç kadın, soyguncu dostlarını çağırmış. ne var ki mandarin, tilki uykusundan fırladığı gibi olanca gücüyle karşı koymaya, dövüşmeye başlamış. haydutlar hem kalabalık, hem de işinin ehliymiş. onu kolayca köşeye sıkıştırmışlar. ancak ne kadar vururlarsa vursunlar, bu zayıf, çirkin bedende yara açılmadığını, can alıcı darbelerin iz bırakmadığını görmüşler. bıçaklarını, kılıçlarını çekmişler, ama en keskin bıçak, en acımasız kılıç bile mandarine hiçbir şey yapamıyormuş. sonunda korkup kaçmışlar. dövüşü izleyen kadın, yaşlı adamın mucizevi gücünden etkilenmiş, bir kez daha, bu sefer aşk adına sevişmek istemiş. onu hayranlıkla, arzuyla, şefkatle okşamaya başlamış. gelgelelim güzel kadının her donuşunda mandarinin bedeninde yeni bir yara beliriyormuş, dövüşün, darbelerin, bıçakların, kılıçların açtığı yaralarmış bunlar. içten bir ilgi ve şefkat görene dek gizli kalmışlar. sonunda mandarin kanlar içinde kadının kollarında yığılmış, ölmüş."

“kaosun denklemi çok basit aslında. yaşam= ölüm. ölüm= ölüm. oysa hepimiz kendi denklemimizi kurmanın ve dünyayı ona eşdeğer kılmanın peşindeyiz. ne aymazlık! senin içindekini barındıracak derinlikte hiç bir şey yoktur gerçek dünyada; ama sen de yaşamın, ölümün ve bütün düşlerinle, gerçeğin korkunç sonsuzluğunda, oylumsuz bir noktadan daha büyük değilsin.”


Çarşamba, Kasım 26, 2008

notlar...

son günlük tutma eylemimizden bugüne 3 film izledim, ikisi üzerine saatlerce yazabilirim, ama uyku dedeye teslim olasım var. ayrıca yeni işime başladım, "epey güçlük çekiyorum şimdilik, umarım atlatabilirim" den fazlasını yazamayacağım, uyku dede ... bir de tabi büyüüük sınav günü giderek yaklaşıyor. tam olarak neden gerildiğimi seçemiyorum. aslında tuhaf bir huzur da var, neyse tam deli kızın günlüğü oldu bu, olacak o kadar...

Çarşamba, Kasım 12, 2008

hohoyt :)

evet, artık laia mysteria bir kütüphanede çalışıyor, üstelik yarı zamanlı. temkini elden bırakmak istemiyorum, ama ellerimin arasından kayıp gitti bile :) eski işyerime istifa dilekçesini yetiştirdim bir koşu.

umarım daha huzurlu günler beni bekliyor...

Cuma, Kasım 07, 2008

umarım son mülakat

az önce yeni istihdam olanağımızdan telefon aldık. iki güçlü aday olduğu bu sebeple karar vermekte güçlük çektikleri, beni bir kez daha mülakata alacakları, ve dün görüştüğüm kişiler dışında biriyle görüştürüleceğim söylendi.

Perşembe, Kasım 06, 2008

özet ve gadjo aracılığıyla yeniden "savaş"

bugün mülakat vardı. hiç böylesini yaşamamıştım. oldukça zorlayıcıydı. ama bakalım bakalım. üç ayrı kişiyle yarımşar saat görüştüm, onlardan biri yazdıklarımı çok beğendiğini söyledi. yani bilemiyoruz, ve temkini de elden bırakamıyoruz.

gadjo, Behmen Kubadi (ismi aslında bu şekilde yazılıyormuş, Bahman Ghobadi ingilizceleştirilmiş haliymiş, ne komik, biz adamın adını ingilizceleşmiş haliyle biliryoruz.) ile yapılan röportajdan alıntı yapmış, ben bilmiyordum röportajı sayesinde öğrendim. dileyen buradan ulaşabilir. aşağıdakileri alıntılamadan edemedim.

"Belki de bunun en büyük nedeni kendi çocukluğumu yaşayamamdır. Sanırım çocukluk kompleksi yaşıyorum. Çocukluğum İran’da devrim zamanında geçti. Babam polisti ve sürekli tutuklanma korkusu yaşıyordu. Bu nedenle göç etmek zorunda kaldık. Bu koşullar altında hızla çocukluktan yetişkinliğe geçtim. Aslında biz Kürtler dünyaya geldiğimizde yetişkin sınıfına giriyoruz. "

"Kürtler konusunda bir bağnazlığım, tutuculuğum olmadığını söylemiştim. Ama şunu da ekleyeyim, Kürtlerin yaşamına girip, derinden baktığınız zaman, ne kadar katlanılmaz bir acı içinde yaşadıklarını görürsünüz. Biz normal insanlar değiliz, bunu böyle kabul etmek gerekir. Benim babam, büyük babasının öyküsünü dinlemiş. Ona da kendi büyükbabası öyküler anlatmış. Hepsinin yaşamı savaş içinde geçmiş, göç içinde geçmiş, acılar içinde geçmiş. Hepsi de gerçek. Şimdi 2008 yılında ben çocuğuma ne anlatabilirim savaşlardan başka?"

bir zamanlar defter dergisinde, meltem ahıska'nın en yaşlı genç kuşak olarak nitelendirdiği benim de dahil olduğum nesil üzerine bir değerlendirmesini okumuştum. bir de o geldi aklıma.

Salı, Kasım 04, 2008

:) gülen postlara devam

az önce öğrendiğim bir haberi buraya hemencecik yazmadan edemedim. pazartesi günü yeni istihdam olanağı için yazılı sınava girmiştim, bugün sonucu belli oldu. perşembe günü mülakata çağırıyorlar. bakalım bakalım.

bu arada sınavda ilk istenilen son okuduğumuz kitaba ilişkin bir metin yazmamızdı. okuyucuların tahmin edeceği üzere masumiyet müzesi üzerine buraya da parça parça yazdıklarımı derledim. sayfayı çevirdim diğer soru, orhan pamuk hiç okudunuz mu? hemen gülen bir surat yapıştırıp yanına, cevap yazdım. bir diğer soru ise, birine bir kitap önerecek olsanız hangisini neden önerirdiniz? walter benjamin dedim...

:) tesadüf meselesi kafamı epey kurcalayacak mı?

Pazartesi, Kasım 03, 2008

...

Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı
ölmedim genç olarak, ölmedim beni leylâk
büklümlerinin içten ve dışardan
sarmaladığı günlerde
bir zamandı
heves ettim gölgemi enginde yatan
o berrak sayfada gezindirsem diye
ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende.

İsmet Özel

Pazar, Kasım 02, 2008

FLower Mist


kaynağa da buradan ulaşılabilir.

iki dost mu

yıldırım türker, dün benjamin brecht dostluğu üzerine birşeyler yazmış, ben onun kadar emin değilim dostluk konusunda. ne de olsa, adornosundan brechtine herkes kaçabilmenin yolunu bulmuşken, benjamin gestapo eline düşmektense intihar etmeyi yeğlemek zorunda kalmıştı. brecht schmitt mektupları adorno tarafından sansürlenmişti. ne var ki evet dosttular da. yani oralarda o zamanlarda var olsaydık da karar vermesi güç bir konu bu. ya da zaten kimin dost olup olmadığına karar vermek bile komik bir şey. geçen hafta ünal nalbantoğlu'nun kant üzerine verdiği derste dediği gibi, dilimiz ne kadar mülkiyet hukukunun dili. şimdi fark ettim ki o ders üzerine bir şey yazmamışım, keşke o gün yazsaydım ama galiba blogspot erişime kapalıydı. neyse efendim konuyu dağıtmadan yıldırım türker'in hatırlattığı şiiri buraya kopyalayalım. keza bunun için yazıldı bunlar.

oysa benjamin yalnız öldü...

Brecht’in ‘Bizden Sonra Doğanlara’ şiirinden iki bölümle başlayalım bugüne.
I

Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım!
Ahmaktır hilesiz söz. Düz bir alın
Vurdumduymazlığa işaret. Gülen
Kötü haberi almamış henüz.

Nasıl bir çağdır bu,
Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı
Birçok alçaklığa suskun kalışı içerdiğinden.
Yolu kaygısızca karşı karşıya geçen
Ulaşılmazdır artık herhalde
Zorda kalan arkadaşları için.

Doğrudur: geçimimi sağlamaktayım hâlâ
Fakat inanın: bu sadece bir tesadüftür.
Yaptıklarım
Arasında hiçbir şey hak vermiyor karnımı doyurmaya.
Tesadüfen ayaktayım. ( Şansım ters giderse mahvoldum.)

Diyorlar ki: ye ve iç sen! Sevin, neyin varsa!
Fakat nasıl yiyip içeyim ki, yediğim
Bir açın ellerinden kaptığım lokmaysa, bir
Susuzun sorduğu bardak suysa içtiğim?
Ve yine de yiyip içiyorum ben!

Ben de bir bilge olmak isterdim.
Yazıyor eski kitaplar bilgelik nedir:
Dünya kavgalarına uzak durmak ve o kısa zamanı
Korkusuz geçirmek
Şiddete başvurmadan hem
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek
Düşlerini gerçekleştirmek değil, unutmak
Bilgelik olarak kabul ediliyor.
Tüm bunları yapamıyorum:
Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım!

II

Battığımız dalgalardan
Yükselecek olan sizler
Zaaflarımızdan söz ederken
Unutmayın
Karanlık çağı da
Sizlerin kurtulmuş olduğu.

Yürüdük ya, pabuçlardan çok ülke değiştirerek
Sınıf savaşlarının ortasında, çaresiz
Haksızlığın olup öfkenin olmadığı yerde.

Biliyoruz halbuki:
Aşağılıklara duyulan nefret de
Bozar şeklini yüzün.
Kısar sesi haksızlık karşısındaki
Öfke de. Ah, güleryüzlülüğe
Ortam hazırlamak istemiş bizler
Güleryüzlü olamadık kendimiz.

Sizler fakat, geldiğinde vakit
İnsan insanın yardımcısı olduğu
Zaman.
Hatırlayın
Hoşgörüyle bizi.

Haha!

Cumartesi, Kasım 01, 2008

güzel bir gün


"bir kitabın şansı, okuyucularının yeteneklerine dayanır"
terentianus maurus


başlıktan da anlaşılacağı üzere, bu aralar laia cephesinde esen olumlu esintiler etkilerini hissettirmeye devam ediyor. iki masum harfin bir araya gelip cehennemi yarattığı "iş" kelimesinin sadece sözcük dağarcığında yer işgal etmesinin verdiği mutluluk, sağlığıma dahi iyi geldi, dürüst olmam gerekirse, bu kadar olumlu etkiyi ben de beklemiyordum.

odtü'ye sonbaharın güzel geldiğini, yeşilin, kırmızının, sarının, turuncunun tüm tonlarının insanı yaşamaya davet ettiğini bilenler elbette beni anlayacaklardır. vizeleri başlamak üzere olan küçük kardeş, onun çalışkan sevgilisi ö., ve tabi benim gibi yeterlik sınavına girecek diğer kardeş ile birlikte, odtü'de güneşin son günlerinde, renk cümbüşü içinde ders çalıştık. ilk yarım saat ders çalışmak yerine mm'in kantininde etrafta kimsecikler yokken, kasımın ilk gününde, okumanın ne kadar büyük bir şans, ne büyük bir lüks olduğu üzerine düşünmekle geçti. bundan üç yıl kadar önce cebeci kampüsünün çimlerine yayılmış, muhabbet eden, ve yaşadıklarının ne kadar büyük bir lüks olduğunun farkında üç kadın geldi aklıma.

inanması epey güç, ama çok güzel çalıştım. açık hava zihnimizi açıyormuş, doğruymuş. (bundan sonra malumu ilanlarımı numaralandırsam mı acaba?) hava soğuyana kadar da açık havada çalışmaya devam ettik. ben de 30 yaşımda bir üniversitenin kampusünde hala ders çalışabiliyor olmanın verdiği sefa duygusu içinde, normalde bir tam günde kaydedeceğimi öngördüğüm ilerlemeyi 3 saatte kaydettim. sonbaharın son güzel günlerini nerede geçireceğim belli oldu galiba.

sabah tüm aile üyeleri, ve çoktan ailenin parçası olmuş ö. ile birlikte kahvaltı ederken, (ö. de en az benim kadar cahil periler filminin hastası bu arada.) milliyet gazetesinin cumartesi ekinde ferzan özpetek'in yeni filmi üzerine bir değerlendirmeyi hep birlikte okuduk. filmi izlemedik, ama bir cümle benim kafamı kurcaladı. nil kural diyor ki: "dostluk, büyük sofralar, geçmişe saplantı ve zor şartlar altında kurulan bağlar gibi anahtar kelimelerle özetlenen bu özpetek evreni, son iki filmi "kutsal yürek" ve "bir ömür yetmez" de beklenen sonucu vermedi." yazının devamında ise, özpetek'in tema değişikliğini beceremediğini, ancak umutlu olduğunu en azından bir değişikliğe gitmeye karar verdiğini dile getiriyordu sayın nil kural. bana kalırsa, birilerinin dostluk, büyük sofralar ve zor şartlar altında kurulan bağlara vurgu yapan filmler çekmesi, sürekli bu minvalde hikayeleri anlatmayı seçmesi oldukça manidar. bir tekrar da olsa, ki olmak zorunda değil, (son iki filmi izlemediğimden pek rahat değerlendirme yapamıyorum bu konuda) takrarlar bazen iyidir. tabi benim bu yorumlarım kahkahalarla yanıtlandı. ev halkının tamamı bilmekteydi, benim sevdiğim bir hikayeyi tekrar tekrar kaç kere dinleyebileceğimi, izleyebileceğimi, okuyabileceğimi, anlatabileceğimi. odtü'den buraya nasıl mı geldik? bu aralar sıkça tesadüfler yaşıyorum, ki pazartesi günü yaşadığıma tanık olan d. bu konuda uyarmıştı beni, tesadüf tesadüfü beraberinde getiriyor haberin olsun diye. sabah kahvaltısınının gündemini oluşturan tekrar meselesi kahvaltıda kalmadı yani.

odtü'de ders çalışma fikrine ilham veren şey, ö.'nün, küçük kardeş, diğer kardeş, diğerin kardeşin sevgilisi ve benim için bu akşam odtü oyuncuları tarafından sahnelenecek oyuna bilet almasıydı. madem öyle dedik, sabahtan gidelim odtü'de çalışalım, sonra oradaki amcadan balık ekmek yiyelim oyunu izleyelim. ama işte sefa duygusunun gittikçe yoğunlaşması, ailenin bir diğer parçasının u.'nun gelişi ile sohbetin koyulaşması, keyifli bir yemek, üzerine muhteşem sıcak helva, baktık ki saatlere, ya çay keyfi yapılmayacak ya da oyundan vazgeçilecek. tabi ki oyundan vazgeçtik. odtü'deki film gösterimine gidelim dedi kardeşlerden biri, ve biz de ona gittik.

film bendenizin bugüne kadar hep severek izlediği romantik komedi filmlerinin bir derlemesiydi adeta. zaten hemen başında "when harry met sally..." ye saygı duruşu yapıyor, ve bilindik hikayeyi, kilişeleşmiş her türlü davranışı gözler önüne seriyordu. neyse pek eğlenceliydi, türkçeye "senden başka" diye çevrilmiş. filmde pek hoşuma giden yukarıdaki sahneyi yüce googleda ararken, yönetmenle yapılmış bir röportaja rastladım. ben daha fazla konuşmadan tek delinin ben olmadığını görmenin verdiği hoşnutlukla, oradan alıntı yapayım. "Woody Allen’in romantik komedi filmlerini izlemek benim için her zaman büyük bir keyif olmuştur. Tekrar tekrar izleyebilirim. Bu sevdiğiniz bir arkadaşınızı eve sıkça davet etmek gibi birşey – kendinizi iyi ve güvende hissedersiniz. Bana iyi gelen filmlerdir bunlar."

peki ama başlangıç alıntısı? ernst cassirer amcamızın machiavelli'nin hükümdarı üzerinden doğruladığı bir deyiş. konumuzla alakası? hoşuma gitti. :)

Perşembe, Ekim 30, 2008

Çarşamba, Ekim 29, 2008

noluyoruz?

efendim az önce fark ettim ki, bazı blogspotlara halen erişemiyoruz. misal: kandanadam, erhan bey. nedendir ki?

blogumuz geri dönmüş

epey sinir bozucu olan blogspot uzantılı adreslere erişimin engellenmesi durumuna son verilmiş, ama aluminyum folyo'dan öğrendiğimiz kadarı ile delil toplanması (yani delilleri toplamadan, öyle tamamını kapatıvermişler, eğlenceli topraklarda yaşıyoruz kimse inkar edemez.) için geçici bir durummuş bu. peki. bendeniz doli'nin güzel ifadesiyle ktunnel dehlizlerinden bloguma ulaşmayı beceremedim. bu sebeple "pes" başlıklı yazımız güme gitti. şu anda da ortaçağ'da kilisenin güç olma yolundaki düşünsel hamleleri ile uğraştığımdan, bu konu ile ilgili pek bir şey de yazasım yok. tek diyebileceğim -ki bu da daha yazmadan epey acıklı göründü- alıştık artık.


Cuma, Ekim 24, 2008

soru: bu tabloları kim yaptı?











cevap: adolf hitler

Salı, Ekim 21, 2008

mysteria geri döndü: özet no bilmemki kaç- 9

cuma günü güya iki saatliğine okula gittim. yeni bir istihdam olanağının peşinde, z. hoca'dan referans almaya gittim. z. hocamı pek özlemişim, çıkamadım yanından, iki saat oldu üç saat. odasından çıktım, a. ile karşılaştık. hoş beş geyik ile karışmış dertleşmemizin sonuna doğru, kaplumbağalar da uçar filminin okulda gösterileceğini, filmin yönetmeni Bahman Ghobadi ile bir söyleşinin gerçekleşeceğini öğrendim. filmi izlemediğimden, film başlayalı 15 dakika sonra da olsa salona girdim. bundan sonrasını, filmden çıktıktan sonra gözyaşlarımın izin veridği kadar not defterine yazdıklarım anlatsın. ardından yine devreye gireceğim.

"çocuklar siyasi mahkumlardır." gilles deleuze

en hassas olana dahi belli bir süre sonra "anlam kaybı" yaşatan bir kelime "savaş" . o kadar hızlı gündeliğin bir parçası haline gelebilmesini bu özelliğine bağlayabiliriz. gündeliğin sıradan ve olağan bir parçası olmayan bir savaş onlarca yıl sürebilir mi? insanın acımasızlığının, belleksizliğinin tek başına kapitalizm ile açıklanabileceğine dair şüphelerim var. ama asla şu anda kapitalizm ya da emperyalizm gibi konularla ilgilenemiyorum. tekil kişilerin bir toplumsal bağlam içinde yetişmelerine rağmen, ne uğruna bu kadar acıyı "makul" görebildiğini de anlayamıyorum. belki de kendi kişisel depresyonumun etkileridir bunlar, bilemiyorum. uzun zamandır "sahici" bir film izlememiştim. ankara'nın tuhaf lokantaları üzerine yazmayı düşünürken, a.'nın tavsiyesiyle film izlemek, bakış açımı yerinden oynattı. bir kaç gün öncesine kadar "masumiyet müzesi"ndeki aşk acısının, mutluluğun, obsesyonun üzerine yazmak isterken, savaşı tamamen normalleştirmişken, şimdi yeniden savaş diye iki saniyede telafuz edilen mefhumun ne kadar büyük bir acı ile ilgili olduğunu hatırladım. büyük olasılıkla üç gün sonra unuturum. bu söyleşiye giremeyen beni bir sonraki söyleşide konu üzerine ahkam keserken bulabilirim. hep melonkoloki bir tiptim galiba, ama bu hikayenin "ben" ile doğrudan ilişkisi yok. bir yanıyla "kaplumbağalar da uçar" filmini izleyip, ardından sakin bir söyleşi yapabilmenin, filmin en olmadık yerinde kürt hareketi ve abd arasındaki bağlantılar üzerine düşünebilmemin mümkün oluşu, film bitince fazla duygusal gözüyle bakılan üç beş kişiden bir oluşum, belki de ç'nin dediği gibi, başka bir mutsuzluğu buraya yansıtmamla ilgilidir. belki de her zaman olduğu gibi, yoğun stres altında "aşırı tepki" veriyorumdur. ama öncesinde karar vermiştik, bu hikayenin "ben" ile bağlantısı yok. varsa da bununla yüzleşmek istemiyorum, keza daha büyük bir yüzleşmeyi 25 dakika kadar önce deneyimledim ve bu yüzleşme kişisel hezeyanlarımdan daha önemli geliyor.

savaş'ın üç ünsüz ve iki ünlü ile yazıldığını, bu ünsüzlerin hangileri olduklarını, ve doğru sıralamasını 7 yaşımdan beri biliyorum. film kelimenin biçimini değil, içeriği hakkında bilgi sahibi çocuklar üzerineydi. kendi çocuğunu öldürene dahi sinirlenmeye, öfke beslemeye izin vermeyen sert bir film. mayınların gündelik yaşamın sıradan bir parçası olduğunu izlerken, itiraf etmem gerekir ki, masumiyet müzesi'nden etkilenerek üzerine düşündüğüm herşey anlamsızlaştı. çocuklar pazardan elma alır gibi, silah kiralayabilirken, öğretmenleri ders çalışmak yerine silah talimi yapan çocuklara, ufak bir ağız dalaşından sonra "aferin" derken, nasıl olup da her sabah sanki bu koca dünyada hiç birproblem yokmuş gibi kendimiz, yaşamımız üzerine endişelenebildiğimizi, mutluluğumuzun peşinde yıprandığımızı da anlayamadım. ya da bir gece önce "gerilip, gerilmediğim", "kabul edip edemeyeceğim" üzerine sorgulanmayı da... "örgütlü şiddet ve uzun soluklu savaşı engellemek mümkün mü?" "sosyalist bir dünyada bu sorun çözülür mü? soruları oldukça anlaşılmaz, hiç karşılaşmadığım bir dilden sorulmuş sorular gibi...

"bu bir film abla!" evet bilioyrum, bunu tek anlamı gerçekten çok daha büyük kötülüklerle karşılaşan, birilerinin gündeliğinin önemli bir parçasını bu kötülüklerin oluşturduğunu düşünmek içimi aıtıyor. "ben bunun bir parçası olmayacağım" diyenleri büyük bir şevkle takdir ediyorum. vicadani retçileri.

filmin bir sahnesinde, 3-4 yaşlarında küçük bir çocuk ırak-türkiye sınırında durmuş ağlıyor, yanına gelen ondan 5-6 yaş büyük iki çocuk ise, ağlamasın, neşelensin diye onu güldürmeye çalışıyorlar. çocuklardan tek ayağı kesilmiş olanı, kesik ayağını tüfekmiş gibi koltuğunun altına sokarak sınırın ileirsinde nöbet tutan askere bağırıyor, ağzından tüfek sesi çıkarıyor. ardından asker rastgele ateş ediyor, küçük çocuğu kucaklayıp kaçıyorlar.

dışarıda kısa bir süre ağladıktan sonra filmin yönetmeni ile yapılan söyleşiye girmeyi denedim. ama kalabalık asıl olarak içeride bulunduğum 30 saniye içinde yönetmenin "ben hep biraz çocuk kaldım" demesi beni dışarı itti. bilmiyorum, belki de filmin çokcuk kalmakla ilgisi vardır. belki de tüm çocuklar, bilgisayar oyunu ile büyüyeninden, kesilmiş bacağınıtüfek olarak kullanana kadar, tüm çocuklar deleuze'ün dediği gibi siyasi mahkumlardır.

siyasi mahkumun ne anlama geldiğini, 14 yaşımda erdal öz'ün yaralısın isimli kitabını okuduğumda anlamıştım. daha önceden n. dayısının siyasi mahkum olduğunu söylediğinde seziyordum, ama anlamıyordum. şimdi çok daha farklı bir anlamı var benim için. bu anlamlar içinde tüm çocukların siyasi mahkumlar oluşu üzerine düşünmek bir kez daha içimi acıtıyor. yönetmen uzaydan gelmediyse hepimiz birer siyasi mahkumuz. 17.10.2008

böyle bir ruh hali ile artık izmirde yaşamaya başlamış, d.'nin ankara ziyareti sebebiyle toplanan arkadaşş ekibine dahil oldum, ve sandığımdan çok daha kısa süre içinde, eğlenmeye muhabbet etmeye başladım, ama yukarıdaki yazıyı "tarihe not düşmek" adına önemsediğimden üşenmeyip yukaıya yazdım. ister istemez düşünüyor insan, nasıl bu kadar hızlı unutabildiğini...

neyse, aslında depresif günler geçirmedim. o gece müstakbel ev arkadaşım t.'nin evinde kaldık, ve sabah çok keyifli kahvaltı yaptık, vakit geçirdik, sonra tabir yerindeyse keyif pezevenkliğinin verdiği sarhoşlukla, t'nin bir gece önce
barda unuttuğu çantayı almaya gittik, barın açılışı şerefine bir kokteyl düzenlenmişti, orada kahvaltı üstüne birer bira içtik, sonra benim eski mi desem bilemediğim işyerimden yann arthus bertrand amcamızın foto arşivini almaya gittik. malasef benim eski pc çökmüş, format atılmış, arşivim güme gitmiş. sonra t.'nin evine geri döndük, sohbet, fotoğraflar, mysteria'nın hassas tarihinin sayfalarını karıştırdık. pek eğlendik. o kadar ki eve geri dönmeyi hiç istemedim, ama el mecbur dönmek gerekiyordu, aksi durumda evden çıkılamadığı için ev arkadaşlığı kurguladığımızdan daha erken başlayabilirdi.

ertesi günü evde makale okuyarak geçirdim, artık birazcık daha fazla konsantre olabiliyorum galiba. ama hala kaptıramadım kendimi, bakalım bakalım...

dün yeni istihdam olanağının peşinde bildik tanıdık laia halleri, bütün gün koşturdum, son dakikada başvuruyu yaptım, ya da umarım yapmışımdır. sonra soluğu, daha önce sözleştiğimiz üzere t.'nin evinde aldım. (ev arkadaşlığımız başladı mı ne?) pek güzeldi iki film üstüste izledik, arada dertleştik. t.'nin samimiyeti, sakinliği, sıcaklığı bana iyi geldi.

böyle işte mysteria'ya dönüş.


Perşembe, Ekim 16, 2008

masumiyet müzesine dair -1 (giriş)


devamının yazılıp yazılamayacağını şimdiden kestiremediğim, ama aslında yazılmasını istediğim bu yazıya başlangıç ayhan yalçınkaya'nın bilim ve ütopya dergisi'nde yayınladığı ütopyalar üzerine bir makalesi aracılığıyla öğrendiğim huyssen'in bir değerlendirmesi olmalı. "Adorno'nun daha önce belirttiği gibi museum (müze) ile mausoleum (antıkabir) arasında ses çağrışımının ötesinde bir bağlantı vardır. Müzeyi bize ölümümüzü unutmamızı sağlayan bir şey olarak ve bu niteliği ile ölümü yıkıcı bir biçimde yadsımaya eğilimli bir çağda yaşamı mumyalaştıran değil, zenginleştiren bir kurum olarak görebiliriz."

*resim sarah bishop'tan...

Çarşamba, Ekim 15, 2008

Fatma Korkmaz


bakire olmadığı iddiasıyla evlendiğinin ertesi günü evine gönderildi. intihar etti. ailesi otopside bakire olup olmadığını kontrol ettirdi. iddianın gerçekliği sorunu, kızlarının ölümünden daha çok can yakabilirdi. ölü bedeni de tıpkı yaşayan bedeni gibi ona ait olamadı.


Salı, Ekim 14, 2008

evde olmaya dair


1 haftadır işe gitmiyorum, aslında tam olarak evde oturduğum da söylenemese de, asli adresimin ev olması haline ilişkin bir kaç çıkarım edindim.

öncelikle, dr.a.teyze gündüz saatlerinde bizim evde, hiç kimse izlemediği halde inatla açık tutulan tv gibi asli unsur haline gemiş. o kadar ki "telefonu meşgul etmeyin telefon bekliyorum" diye telefonla konuşurken yanınızda bitebiliyor. e bu durum sadece bana tuhaf gelmediğinden olsa gerek, günün dr. a. teyze saatlerinde kimsecikler (annem hariç tabiki) salona uğramıyor. babam da eskisine nazaran vaktini dışarıda geçiriyor. tabi ben bu geçişin nasıl olduğuna ilişkin süreci bilmediğimden sürece ilşkin iki tahmin geliştirdim. ya babam, yeni edindiği iş dolayımıyla daha fazla dışarı çıktığından dr. a. teyze bizim eve yerleşti, ya da dr. a. teyze bizim eve yerleşmesiyle babamın evde oturma huyundaki değişiklik vuku buldu.

bir de bana ilişkin yoğun bir sabır gösterme, üzerine gitmeme kararı alınmış gibi. yani varlığım onları az da olsa huzursuz etmişe benzer. haksız da sayılmazlar aslında, ben bile yadırgıyorum evde olmayı, bu beni mutlu etse de.

ayrıca bizim eve ne kadar çok telefon geldiğini unutmuşum. ve telefonların %99'u ona gelse bile, telefona her daim bakamadığını. e haliyle bu durum sürekli bölünme bana işimi anımsatıyor.

saat 18.41 itiariyle evde oturmanın bir faydası: güzel görüntülerle karşılaşmak...

Pazartesi, Ekim 13, 2008

...

"Mutluluk, insanın sevdiği kişiye yakın olmasıdır yalnızca"

"Hayatın, insanlığın çoğunluğu için, içtenlikle yaşanması gereken bir mutluluk değil,baskılar ve cezalarla ve inanılması gereken yalanlarla yapılmış dar bir alanda, sürekli rol yapma hali olduğunu, ilk bu sıralarda sezmeye başlamış olmalıyım. Oysa gittiğimiz bütün Türk filmleri bu "yalan dünya"dan çıkışın "hakikilik" ile mümkün olduğunu ima ediyordu."

"Anları birleştiren ya da müzemizde olduğu gibi, anları içinde taşıyan eşyaları birleştiren çizgiyi gözümüzün önüne getirmeye çalışmak, hem çizginin kaçınılmaz sonucunu, ölümü hatırlattığı için hem de çizginin kendisinin -çoğu zaman hissettiğimiz gibi- pek bir anlamı olmadığını yaşımız ilerledikçe acıyla kavradığımız için üzer bizi. Oysa "şimdi" dediğimiz anla, Çukurcuma'ya akşam yemeklerine gitmeye başladığım günlerde olduğu gibi, Füsun'un bir gülümsemesiyle, bazan bir yüzyıl yetecek kadar mutluluk verebilir bize. Keskinlerin evine hayatımn geri kalanında bana yetecek kadar mutluluğu almaya gittiğimi daha baştan anlamıştım ve evlerinden Füsun'un dokunduğu irili ufaklı küçük eşyaları, bu mutlu anları saklamak için alıp götürüyordum."

"Hayatımızı Aristo'nun Zaman'ı gibi bir çizgi olarak değil de, böyle yoğun anların tek tek her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, şimdi yıllar sonra düşündüğüm gibi Füsunların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür."

Orhan Pamuk, Masumiyet Müzesi

*kitabın ilk sayfasından itibaren özne- yüklem uyuşmazlığı gibi, tarafımca oldukça sık tekrarlanan dolayısıyla blog okurları için tanıdık hatalara rağmen kitap bana iyi geldi. ben daha bu kitaptan çok alıntı yaparım gibi. şimdilik yarıladım, a.m.a ve ö.'nin değerlendirmelerine şimdilik ekleyebileceğim pek bir şey yok. a.m.a'ın dediği gibi kurgu sağlam, ama ö'ye katılmıyorum, gereksiz yere uzatıldığı konusunda. bana kalırsa ö'nün bu yorumu büyük ölçüde, aşk acısını deyim yerindeyse abartılı bulmasından kaynaklanıyor. aşık olduğu kadın, kadının annesi, babası ve kocası ile birlikte 1593 akşam yemeği yemekten mutluluk duyulması ona anlamsız geliyor. kuşkusuz en sevdiğim sanattır mübalağa :)

...

"Acı güçlendiği vakit, şekilde görüldüğü gibi, göğsümle midem arasındaki boşluğa hemen yayılırdı. O zaman gövdenin yalnız sol kısmında kalmaz, sağa da geçerdi. Sanki içime bir tornavida ya da kızgın bir demir sokulmuş gibi içeriden kanırtılıyormuş hissine kapılırdım. Sanki midemden başlayarak bütün karnımda keskin asitli sıvılar birikiyordu, sanki yakıcı ve yapışkan küçük deniz yıldızları iç organlarıma yapışıyordu. Şiddetlendikçe hacmi genişleyerek artan acı, alnıma enseme, sırtıma, hayallerime ve her yerime vurur, beni boğar gibi sıkıştırırdı. Bazan göbeğimde, tam göbek çukurunun etrafında, resimde gösterdiğim gibi, sanki bir yıldız şeklinde birikir ve asitli sert bir sıvı gibi boğazıma, ağzıma dolup sanki beni boğup öldürecekmiş gibi korkutur, oradan bütün gövdemi zonklatır beni inletirdi. "

Masumiyet Müzesi, Orhan Pamuk

* Orhan Pamuk'a ilişkin not: Onun için herşey para ile ilgili gibi geliyor bazen. Sadece kendi gençliği ve deneyimlerini var kılan ortam onu yazmaya itiyor. Belki hakkaten ressam olmalıydı, ama o zaman Nobel ödüllü olamayacaktı. Bazan sahici geliyor bana da yazdıkları, buradan benim de aslında o boş vakite sahip olduğum sonucundan fazla bir şey çıkar mı, emin değilim. ama Cevdet Bey ve Oğulları ile Kara Kitap'tan sonra ilk defa yeniden Orhan Pamuk üzerine düşünüyor olmamın bir anlamı olsa gerek. Yukarıdaki paragrafta erkeklerin nasıl acı çektiklerine ilişkin ipuçları saklı mı acaba diye düşündüm. Acımı hiç bedenimdeki etkileri üzerinden anlatmamışım bu bloga. Belki de bugüne kadar, acımın bedenim üzerindeki etkilerini hissettirmemesidir bunun sebebi. Yukarıdaki metni ilk okuduğumda, aşk aıcsının onda reflü olmak şeklinde tecelli ettiğini düşündüm. Ama etmiyor aslında, böyle düşünmemin tek nedeni reflünün nasıl bir şey olduğunu bilmem. :) Mysteria geri mi dönüyor ne?

** Artık işe gitmiyor oluşumun, annemin akrabaları üzerindeki, "ya bu kız daha ne kadar anasına yaslanacak" sorusunu hiç çekinmeden dile getirme etkisi yaratmasından hoşnut değilim. Yetişkin dünyasına evlenip, sabit bir iş edinip, girmem gerektiği konusunun bu kadar sık gündeme girmesi de hoşuma gitmiyor.Yani bu yaklaşım yüzünden bunca zamandır, salt angarya olan bir işte kendimi depresyonun en ağırlarından birnin içine soktum. Bedenim hastalandı, reflü oldum, 20 kilo aldım. Demem o ki, o iş bana iyi gelmiyor, umarım geri dönmek zorunda kalmam.

***Az önce annemin amcasının telefonunun beni bu kadar rahatsız etmesi, acaba benim de kendime ilişkin olarak çok aynı olmasa da benzer duygular taşıdığıma işaret midir? Yani, bir türlü ders çalışmaya konsantre olamam, ve zamanımın giderek daralması beni ürkütüyor. Ama buna rağmen, çalışma işine bir türlü girişemedim, bugün c. buluşalım dediğinde, dışarı çıkmanın beni iyi hissettirmeyeceğini düşündüğümden hayır dedim. Ama Orhan Pamuk okumaktayım, haydi hayırlısı... Aslında nereden başlayacağımı kestiremiyorum, ama ortada tabiki: İlk alanımız siyasal düşünceler tarihi, hızla tekrar edip, çağdaş siyasi akımlar, ve tezim üzerine ikna edici, bir kaç şey söyleyebilmem gerekiyor. Bunlar içinde 1,5 ay sıkı çalışma ve tez hocamla konuşma yapmam gerekiyor. Tez hocam, herkesin neden ürktüğünü anlayamadığım bir adam. Bunun iki anlamı var: Ya ben başıma neyin geleceğinden habersiz bir şekilde iyi anlaşıyoruz yanılgısı içindeyim, ya da hakikaten iyi anlaşıyoruz.

Pazar, Ekim 12, 2008

...

"Küçük Mysteria'lar genellikle yılda bir kez, ilkbaharda, Antheseria (çiçek bayramı) ayında (mart) yapılırdı. Törenler, Atina'nın bir dış semti olan Agrae'de düzenlenir ve bir mystagogos* yönetiminde gerçekleştirilen bir dizi ritüelden (oruç, arınma, kurban törenleri) oluşurdu. Herhalde, iki tanrıçanın mitinin bazı bölümleri erginlenme adayları tarafından yeniden canlandırılırdı. Yine yılda bir kez, Boedromion (yardım eden) ayında (eylül-ekim), Büyük Mysteria'lar kutlanırdı. Törenler sekiz gün sürer ve "elleri temiz olan" ve Yunanca konuşan herkes, kadınlar ve köleler de dahil olmak üzere-tabii ilkbaharda Agrae'de hazırlık ritüellerini yapmışlarsa- Büyük Mysteria'lara katılma hakkına sahipti."

*Eski Yunan'da myteria'ları öğreten rahip

Dinsel İnançlar ve DüşüncelerTarihi, Mircea Eliade

Cuma, Ekim 10, 2008

NATO'ya Hayır Savaşa Hayır

nato'nun kuruluşunun 60. yılı vesilesiyle, nasıl olup da insanlar arası savaşları düzenleyen, ülkelerin birbirleriyle, bir diğer gruba karşı bir araya geldiği bir kurumun 60 yıl boyunca var olabildiğini mesele haline getiren insanlar, aşağıdaki bir metin kaleme almışlar Stutgart'ta. birileri de çevirmiş, sağolsunlar. (kim olduğunu bilmemekteyim, üye olduğum gruba mail atan da bilmediğinden yazamıyorum. ama küresel bak'tan birileri olsa gerek, mailin yönlendirildiği kaynak Küresel Bak idi.)



NATO askeri örgütünün kuruluşunun 60. yıldönümü vesilesiyle bizler, NATO'nun saldırgan askeri ve nükleer politikalarını protesto etmek ve savaşsız, adil bir dünya hayalimizi savunmak üzere herkesi Nisan 2009'da Strasbourg'a davet ediyoruz.

NATO, dünya barışına ulaşmanın önünde giderek büyüyen bir engel teşkil ediyor. Soğuk Savaş'ın bitiminden bu yana NATO, kendini "uluslararası toplum"un askeri harekat aygıtı olarak yeniden yapılandırma çabası içerisinde ve bu çabalar çerçevesinde "teröre karşı savaş"ı da teşvik ediyor. Gerçekte ise bu örgüt, Birleşmiş Milletler'i ve uluslararası hukuk sistemini devre dışı bırakarak tüm kıtalardaki askeri üsleri aracılığıyla ABD güdümünde zor kullanmanın, askeri güç tesis edilmesini hızlandırmanın ve silahlanma harcamalarını tırmandırmanın bir aracıdır; dünya çapındaki askeri harcamaların % 80'i NATO üyesi ülkeler tarafından gerçekleştirilmektedir. 1991'den beri bu yayılmacı anlayışı izleyen NATO, "insanî savaş" kisvesi altında Balkanlar'da savaşa girişmiş ve Afganistan'da yedi yıldır süren vahşi bir savaş başlatmıştır; halihazırda Afganistan'daki trajik durum giderek kötüleşmektedir ve savaş Pakistan'a yayılmış durumdadır.

NATO, Avrupa'da gerilimleri tımandırmakta, "füze savunma sistemi"yle, devasa bir nükleer silah deposu ve nükleer "ilk darbe" politikasıyla silahlanma yarışını beslemektedir. AB siyaseti giderek daha da NATO'ya bağımlı hale gelmektedir. NATO'nun Doğu Avrupa ve ötesinde halen devam eden ve gelecekte de potansiyel olarak devam edecek genişlemesi ve "hükümranlık sahası dışı" harekatları, dünyayı daha tehlikeli bir yer haline getiriyor. Kafkaslar'daki çatışma, tehlikenin açık bir emaresi. NATO sınırın genişlemesi yönündeki her adım, nükleer silah kullanımını da kapsayacak şekilde, savaş olasılığını artırmaktadır.

Barışçıl bir dünya hayalimize ulaşmak için bizler, küresel ve bölgesel krizlere askeri karşılıklar verilmesini kabul etmiyoruz; bunlar çözümün değil sorunun bir parçasıdır. Nükleer silahların terörü altında yaşamayı reddediyor ve yeni bir silahlanma yarışının tırmandırılmasına karşı çıkıyoruz. Askeri harcamaları azaltmak, mevcut kaynakları insani ihtiyaçların karşılanmasına yönlendirmek zorundayız. Bütün yabancı askeri üsleri ve saldırı amaçlı askeri yapıları kapatmalı; halklar arasındaki ilişkileri demokratikleştirmeli ve askeri zihniyetten arındırmalı; daha güvenli ve daha adil bir dünya inşa etmek için yeni barışçıl işbirliği formülleri bulmalıyız.

Hepinizi bu mesajı içinde bulunduğunuz toplum ve örgütlenmeler arasında yaygınlaştırmaya, Strasbourg'a gelmeye ve bu hayali gerçeğe dönüştürmeye davet ediyoruz. Bizler, barışçıl bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz.

NATO'ya Hayır
Savaşa Hayır

Perşembe, Ekim 09, 2008

"Askere gitmeyeceğim!!"

bu yazı da Rasim Ozan Kütahyalı'dan kendisini ilk kez okudum, sağolsun...

Kan çiçekleri

Can Dündar, yerinde bir şeyler yazmış, her ne kadar basının Genelkurmayı sorgulamasına fazlasıyla anlam yüklese de, bu barışa duyduğumuz ihtiyaca ilişkin tespitleri önemsizleştirmiyor. yazıyı merak edenler tıklayabilir

Çarşamba, Ekim 08, 2008

Yemyeşil Konuşmalar - 2

- Biz en iyisi bugün yatalım olmazsa haftaya yeriz.
- Bu kadar pimpirikli olmaya kimsenin hakkı yok!
- Ellerim buz gibi gibi geliyor...
- Ben onla tangırdamıştım.
- Müsveddeye mi sıkıştın Namık'a git.
- Tangırbels tangırbels tangır ol dı vey...
- Çok komikti de bana yapılmasa komikti.
- Çok gururlu bi yazınız var.
- Benim eskiden sana daha çok gücüm yetiyodu, ben güçsüzleştikçe mi sen güçlenmeye başladın?
- Sen hiç telefonda birine Hegel dedin mi?
- Yarın birbirimizi arayıp da Hegel diyelim.
- Niçe'den önce ben bunları anlayamıyordum.
- Froyd'la Hegel'i aynı cümlede kullandı!
- Ay biz Fuko'yu duymadııık!
- Yeme kızın mısırından!

- Sen biranı kendin al, biraz fedakarlık yap.
- Karşılığında sen ne yapacaksın?
- Namık'ı ikna edicem.

- O keçiboynuzu değil, keçinin boynuzunu yemiş. "Boynuzumu ye-meeee!"
- Hani Namık'la tanıştığımda da bi garipti de bu kadarını ben de beklemiyordum. Domestik hatun!
- İnsanın ilk aşkı bari onu rahat bırakır.
- İnsan fingirderken Hobs anlatmaz yani, bari Spinoza anlat. Ya da sen sus gözlerin konuşsun ki fingirdeyebil...

Salı, Ekim 07, 2008

...

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir tenefüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür


Ece Ayhan

Bir devlete benzetiyorum kendimi.
İşim gücüm bitmiyor.
Bir türlü yetişemiyorum odamda.
Her istediğim kitabı alamıyorum.
Planlar içinde geçiyor ömrüm,
Başlayıp tamamlıyamıyorum

Bir devlete benzetiyorum kendimi
İçimdeki hükümetin gidişini anlamıyorum.
Yıllar ötesini düşünür düşünmez,
Hemen mesut ve zengin oluyorum.
Nedense geçmiş günler unutuluyor.
Tarih kitabı gibi hatıra defterlerimi okuyorum.

Özdemir Asaf

Salı, Eylül 23, 2008

bu da başka türlü don kişot

buyrun buradan yakın.

nasıl da inanmışlardır mücadelelerine, attıkları her adım, aldıkları her nefes ancak o mücadelenin içinde anlamlıdır.

yürüyün be kim tutar sizi...

Pazartesi, Eylül 22, 2008

Hızla Yayılan Yavaş Şehirler


Yavaş Şehir Chiavenna

İtalya’nın “Yavaş Şehir (Slow City)” hareketini destekleyenler, şehir merkezlerinde araba kullanımını yasaklayarak ve McDonald’s şubeleriyle süpermarketleri kapatarak yaşanır kentler oluşturmaya çalışıyorlar. Asya’ya da sıçrayan bu akım, tüm Avrupa’da hızla yayılıyor.

Toskana’nın minik Chianti şehri, 1999 yılında ilk “Cittá Slow” [İtalyanca yavaş şehir] kenti oldu, ardından Bra, Positano ve Orvieto geldi. Zamanla, yavaşlık dalgası diğer şehirler arasında yayıldı. Artık İtalya’daki 42 Yavaş Şehir’le birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya ve Norveç’te de birçok Yavaş Şehir var. Almanya’dan, aralarında Hersbruck, Lüdinghausen, Schwarzenbruck, Waldkirch ve Überlingen’in de bulunduğu bazı şehirler, sadece 50.000’den az nüfusu olan kentlerin kabul edildiği harekete seçilebilmek için başvurdu.

Yavaş Şehir’in İtalya’da ortaya çıkmasına şaşırmamak gerek. “La dolce vita”nın [tatlı hayat] ülkesi İtalya, özelikle yemekle ilgili geleneklerine çok bağlı. İtalyanlar’ın dilleri bile yavaşlığa çok daha yatkın.

1991 – 2004 yılları arasında Orvieto’nun Belediye Başkanı olan Stefano Cimicchi, bu görevinden sonraki birkaç yıl “Slow Food (Yavaş Yemek)”un başarılı konseptinden yola çıkılarak hazırlanan Yavaş Şehir hareketinin başkanlığını yürüttü. Yavaş Şehir hareketi, küçük kentlerin geleneksel yapılarını, sıkı kuralları dikkatle uygulayarak korumaları gerektiğini savunuyor: Arabalar şehir merkezlerinden çıkarılmalı, insanlar sadece yerel ürünleri tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalı. Bu küçük şehirlerde, süpermarket ya da McDonald’s aramanın bir anlamı yok.

Cimicchi, “Amacımız yaşanır şehirler yaratmak,” diyor, “Tıpkı yazar Italo Calvino ve mimar Renzo Piano gibi, bir ütopya şehri konsepti üzerinde çalışıyoruz”.

Yavaş Şehirler, ekoloji ve sürdürülebilirlik alanında bilimin son buluşlarından da faydalanarak, Ortaçağ’dan ya da Rönesans Dönemi’nden kalma kentsel öğeleri korumaya çalışıyorlar. Eğer kentin bu amacına yardımcı olacaksa, modern teknolojiye bile izin veriliyor. Mesela Cimicchi, Orvieto’da sadece yayaların geçişine izin veren elektronik kapılar kullanmak istiyor. Pisa’da da benzer bir sistem var: Eğer kameralar parkmetrenin süresinin dolduğunu tespit ederse, bir dakika ya da tüm gün de olsa, park cezası kesiliyor.

Yavaş Şehirler’in Katı Kuralları
Yavaş Şehir bildirisi, gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi, 50’den fazla taahhüt içeriyor. Yavaş Şehir olarak adlandırılmak ve salyangoz logosunu kullanabilmek için de, şehrin önce kontrol edilmesi, daha sonra da dedektifler tarafından düzenli olarak denetlenmesi gerekiyor.

Bu bildiriye göre bir kentin Yavaş Şehir olup olmadığını belirleyen hareket, “Cittá Slow”un, genel kuralların belirtildiği bir manifestosu, bu vasfı almak isteyen kentlerin imzaladığı kurum sözleşmesi, üye şehirler listesi ve bir yıllık toplantı programı bulunuyor.

Bu hareketin en önemli etkenlerinden biri de, kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye hız kazandırıyor olması. İtalya’nın Yavaş Şehir yöneticileri yılda bir kez buluşarak, notlarını karşılaştırıyorlar ve yeni inisiyatifler getiriyorlar. Urbino Üniversitesi de, geçenlerde bir anlaşma imzalayarak hareketin resmi danışmanı oldu.

Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre Yavaş Şehirler’in şu şartları sağlaması gerekiyor:

1 - Etrafını çevreleyen bölgenin ve kentsel düzenin niteliklerini korumak ve geliştirmek için, yeniden kullanma tekniklerini araştırarak, çevresel politikalar uygulaması,

2 - Toprağın işgali için değil, kullanımının geliştirilmesi için, işlevsel bir altyapı politikası yürütmesi,

3 - Çevrenin ve kent düzeninin kalitesini geliştirmek için teknoloji kullanımını teşvik etmesi,

4 - Doğal, çevreyle uyumlu tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketimini desteklemesi, genetik yapısıyla oynanmış ürünleri hariç tutarak, Slow Food Ark ve Presidia projeleriyle işbirliği içerisinde, zor durumlar için gereken tipik ürünlerin üretilmesi,

5 - Bir bölgenin kültür ve geleneklerinin korunarak, simgeselleşmesine katkıda bulunup, yerli üretimi teşvik etmesi ve tüketicilerle, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için tercih edilebilir ortamlar ve mekanlar yaratmayı desteklemesi,

6 - Konukseverlik kalitesini ve yerel toplum ile onun belirli özellikleri arasında gerçek bir bağ kurmayı desteklemesi, bir şehrin kaynaklarının eksiksiz ve yaygın olarak kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engelleri kaldırması,

7 - Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimiyle tanışmasına özel bir dikkat göstererek, yalnızca iç işletmecilerinin değil, bütün vatandaşlarının Yavaş Kent’te yaşadıklarına dair farkındalıklarını sağlaması.

Bra'da Yeni Bir Yaşam Tarzı
Yavaş Şehirler’den biri olan Bra’nın Belediye Başkan Vekili Bruna Sibille, küreselleşmeye karşı hareket etmenin kolay olmadığı günümüzde, bir kenti yönetmenin en iyi yolunun yavaşlık felsefesi olduğunu söylüyor: “Yavaşlık hareketi, önceleri iyi yemekler yiyip içmek isteyen birkaç kişinin fikri olarak ortaya çıktı. Fakat, her şeyi daha az telaşla ve daha az homojenize bir tutumla yapmanın faydaları hakkındaki tartışmalar giderek daha geniş bir alana yayıldı.”

Bra’da da diğer Yavaş Şehirler’de olduğu gibi, tarihi kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasaklandı. Elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline geldi. Belediye binası, Piedmont bölgesinin tipik bal rengi sıvası kullanılarak onarılıyor. Okullarda çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis ediliyor.

Fazla çalışmanın zararlarından korunmak amacıyla, Bra’daki bütün küçük marketler Perşembe ve Pazar günleri kapatılıyor. İnsanlar bürokratik işlerini, Cumartesi sabahı açılan Belediye’de acele etmeden halledebiliyorlar. Sibille, “Böylece yavaş yavaş yeni bir ortam, yeni bir hayat anlayışı oluşturuyoruz,” diyor.

“Bir şeyi netleştirelim: Yavaş Şehir olmak, her şeyi durdurup zamanı geri almak anlamına gelmiyor,” diye vurguluyor Bruna Sibille, “Müzelerin içerisinde yaşamak istemiyoruz, tek istediğimiz modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek”.


Tarih: 19 Eylül 2008 Kaynak: Spiegel, Strans.org, Slowmovement.com, Matogmer.no, Treehugger Çeviren: Gizem Kahraman Derleyen: Zeynep Güney - Arkitera.com


* Bu yazıyı Arkitera'dan aldım.

Pazar, Eylül 21, 2008

Yemyeşil Konuşmalar-1

- Ve anne dehşet içinde "Liberal mi oldun yoksa?" diye bağırarak kızının üzerine yürüdü.
- Sonra "Namık, ama artık yak" dedi.
- Bugünün konusunu açıklıyorum: Paranoya
- Sosyonomi.
- Nasıl olsa bugün yarın uyurum.
- "Kızınız bana biraz tuhaf geldi."
- Bu dedim kıza ya, ay şimdi de "kız" dedik. Özür dilerim ya.
- 10- 20- 5 kere falan dilemiştir.
- Siz buna güledurun.
- Gelinliğini 3 yıl boyunca temizletmezsen, tabi boşanırsın.
- Sen şimdi solcusun ya, alışveriş yapmaktan mutlu oluyorum diyemiyorsun di mi?
- Ağzı dolu çok şükür de tam oldu lan.
- "bunu yazalım", "yazsana", "aman boşver", "üşeniyor"
- Kutsal diye bir şey varsa o da güllaçtır. Ben bundan sonra güllaca tapacağım.
- Rocka Dans (Bele roka bağlanarak kıvırtılır) Bak şöyle şöyle. Bikini üstü olarak da mağrul.


...

-Cengiz Kurtoğlu mu açtın ne güzel. (Preisner, evet)
- Seni bu müzikler delirtti ben söyleyeyim. Bi Gogol, bi Shantel atıcaksın bak hiç sıkıntın kalıyor mu?! Marulu takıcan, rokayı takıcan oynıuycan. (Neye gülüyon?)
...
- Günahının bedeli kaç paraysa ödeyelim.
- Ben onu özel olarak yaptım, havayı büktüm üfürük yaptım.
- Müşkülpesent gibi geldin bana. Niye lan ben müşkülpesent miyim?
- Hadi hep beraber yapalım.
- hoca yaramaz buna, cizvit rahibi bulun.
- biz sana tavuk atardık verme para.
- placebo: Hoşa gideceğim
- ümidin bile ağrıyı kesebileceği hiç aklınıza geldi mi?
- hayallerim bir tosurukla bölündü.
- bu şey çok desenli bana siyah bir şey lazım.

Pazartesi, Eylül 01, 2008

"yaşasın barış" "kahrolsun iş"


:D



az önce iş yerime üç aylık ücretsiz izin talebiyle bir dilekçe yazdım, ve neden bilmem, bulutların üzerinde gezinmekteyim...

01.10.2008 ile 31.12.2008 arası kendimi okumaya vereceğim :))))))


Çarşamba, Ağustos 27, 2008

iki

1

bundan 12 yıl önce babamın işi yüzünden lojmanda otururduk. biz taşındıktan bir iki ay sonra, alt katımıza yeni komşular geldi. evin hanımı türbanlı, içine kapalı gözüken bir kadındı. bir cumartesi günü, biz ailecek öğlen yemeği ile sabah kahvaltısının birleştiği saatlerde, uzun süren şimdilerde brunch diye adlandırılan keyfin içindeyken, kapı çaldı. kapıyı ben açtım, bizim alt kata taşınan yeni komşumuz. kadıncağız çekine çekine, annemin evde olup olmadığını sordu. anneme seslenip, keyife geri döndüm. annemin geri dönüşü epey uzun sürdü. annem geri döndüğünde biraz şaşkın bir ifadeyle, ben çıkıyorum dedi. biz tabi meraklı raziyeler hemen sıkıştırdık, kadıncağızı. nihayetinde, komşumuzun eşi, onun artık türbanlı olmasını istemiyormuş, yeni görevinde türbanlı bir eşinin olması dezavantajmış; ama tabi kadıncağız yıllardır, afyon'da yaşamış, ankarayı da bilmiyormuş, annemden bir kuaförün ve alış veriş yapabileceği mağazaların adreslerini istemiş. annem de tüm cumhuriyetçi laik bilincini kuşanıp, ben size eşlik ederim, ben de gitmeyi düşünüyordum yanıtı vermiş. velhasıl bu teyzemiz, bir ay içinde, olabildiğince bakımlı bir kadına dönüşüverdi, duruşu, bakışı dahi değişti. yakın bir süre içinde kardeşlerim çocuklarıyla yakın arkadaşlar oldu, h. teyze annemin yakın arkadaşları arasına girdi, onlarlar birlikte gezmeye başladı, tabi bunların hepsi 28 şubat'tan önceydi. bu kadar lafı niye ettim. aradan epey zaman geçti, babam emekli oldu, biz taşındık, araya mesafe girince sık görüşülmez oldu vs... bir şekilde bağlantımız koptu.

peki bunları niye yazdım.

dün akşam işten çıktıktan sonra, dolmuşa doğru yürürken biri seslendi arkamdan, döndüm baktım türbanlı bir teyze, başta tanıyamadım, ama sonra o cumartesi günü karşımda gördüğüm kadının aynısı. nasılsın annen nasıl hoşbeşinden sonra, h.teyzenin ağzından, kocam yine kapan dedi, malum akp, ben de kapandım cümleleri dökülüverdi. sormamıştım, çünkü cevap çok belliydi, ama işte o duramadı açıklamak istedi. bir şey demedim, zaten denebilecek de çok şey yoktu. bunları da yazayım istedim, karıştı kafam, hiç bir zaman cumhuriyetçi laik refleksle hareket etmedim, üniversitede türban meselesinin mesele oluşu bile komik geliyor bana. ama zaten anlattığım hikayenin de türbanla doğrudan ilişkisi yok. tuhaf, kadın aynen afyon'dan geldiği haline dönmüştü, yani öyle alengirikli türbanı ya da makyajı yoktu.

2

yine bundan bir iki gün önce, yine işe geç kalmışken, dolmuşa epey yaşlı bir amca bindi. dolmuş boş ama amca oturmadı. domuşçu sert sert, yine mi para vermeyeceksin diye gürledi. amca tabi vermeyeceğim cevabını vermeden, önde oturan biri ben veririm amcanın parasını diye atıldı. amca ardından cevabı yatıştırıp, verme oğlum onun bana 3,5 lira borcu var dedi. çok fazla geçemeden dolmuş, bir kahvenin önünde durdu, amca bana bir çay ısmarla bari deid şöföre, şöför de bir miktar bozuk para verdi, amca indi. inmesinin ardından, şöför kendisinin vahşi bir paragöz olmadığını kanıtlama isteğiyle anlatmaya başladı:

-abi sen bilmezsin, bu amca bu sokak üzerindeki 5 dükkan ve 1 apartmanın sahibi, ama şu kadarcık yol için, ya da çay için para vermek gücüne gidiyor. ömrü boyunca hiç küçük şeyler için harcamamış, biz de idare ediyoruz. ama işte bunamış, yok bana borcun var, para üstümü vermedin lafları ediyor. hayır önemli değil ne olacak da, abi para vermek sitemiyorsan şuradan şurası yürürsün di mi? o da yok. e bizim de her günümüz bir değil, bir ses etmiyoruz, bir patlıyoruz. yoksa ben öyle hiç parasız müşteriyi indirmem.

güldüm. bir de böyle eski topraklara ögü inat hoşuma gitti.


Salı, Ağustos 26, 2008

tanpınar'dan




"Her mimarlık eseri bulunduğu şehrin hayatını bir ev tanrısı gibi farkına vardırmadan idare eder. Onların kalabalığı ruhumuzda öyle bir konser yapar ki, ömrümüzde bir kere olsun onu dinlemek fırsatını bulursak, bir daha kaybetmemek şartıyla kendimizi bulmuş oluruz."

Ahmet Hamdi Tanpınar


Cuma, Ağustos 15, 2008

...


sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Salı, Temmuz 22, 2008

"yaşasın kaş" "kahrolsun iş"

efenim uzun süredir pek bunaldığımız ortadaydı. temmuz ayı da hayırlı başlamadı, mart 2009'da gireceğimizi sandığımız yeterlik sınavına ekim 2008'de girmezsek atılacağımızı öğrendik. neyse gerildik kasıldık. sonra sınav tarihleri açıklandı: sınavlar aralık'a alınmış. birazcık gevşedik. nihayetinde patronla "ben aklımı yitirmek üzereyim" konulu bir konuşma yaptıktan sonra, yasal olarak iznim olmadığı halde, 5 gün izin kapıp, hafta sonlarını birleştirip, soluğu kardeşle (bu arada kardeş de yeterliğe aralık'ta giriyor. geri kalan ev halkına allah bol miktarda sabır versin. amin) birlikte kaş'ta aldık.



kaş işte böyle muhteşem bir yer. oraya iner inmez benim havam değişti tabi. kardeşinki de. efendim tatil boyunca yüzdüğümüz suların resimleri aşağıdalar:




sonracığıma hemen hemen her akşam kaş'ın muhteşem barlarından biri olan hideaway'e gittik. barın girişinde yasemin çiçeği ağacı vardı. içeri her girişimizde yerdeki yaseminler ve yaseminin kokusu bizi büyüledi. sonra ben elimizdeki foto makinesi ile çekmeye çalıştım, ama bir türlü güzel bir fotoğraf yakalayamadım. neyse ki tunç üverdire amcamız amcamız çekmiş, kartpostal yapmış. tarayıp buraya yüklüyorum:



sonra bir de dolunay ışığında anfi tiyatro maceramız vardı ki, süperdi. ancak fotoğraf makinesi yanımızda değildi. neyse ki onu da buldum ama gece görüntüsünü bulamadım, hafızadaki ile idare etmek lazım.



bu arada likya bölgesinde sahnesi denize dönük tek tiyatro yukarıdaki imiş.

sonra yine aynı amcamızın kartından bizim çektiğimiz fotolara taş çıkartacak bir uzunçarşı görüntüsü var, onu da ekleyelim.



neyse efenim işte böyle, dinlendimgeldim. yine yoruldum. neyse bu kadar güzel resmin altına olumsuz cümle yazmayalım...

Salı, Haziran 10, 2008

bugüne düşülmesi gereken not

bugün 30 yaşımda, son dersimden çıktım. üstelik tuhaf, absürd bir tesadüf: ilk dersim ile son dersimin hocaları aynıydı. :)

yetişkin olmama, olmak istememe, mücadelesinde bir kaleyi daha yitirdim. bundan sonrası artık, haftanın her günü iş denilen sinir bozucu şeyin içinde debelenmekle geçecek. tüm bunların ötesinde bir daha derste kendinden geçen a. hoca'nın söylediklerinin büyüsüne bırakamayacağım kendimi, z. hoca'nın çalışkanlığına, dürüstlüğüne gıpta edemeyeceğim, m.a. hoca'nın karizmasından uzağım artık, öbür a. hoca'nın kaprislerinden de, f. hoca ile tuhaf gerilim üzerine bir ilişkim olamayacak, ya da hoca milleti de konulu serzenişlerim olamayacak. akademik dünyanın sahtekarlığı üzerine, bu kadar içeriden, doğrudan mağduru olarak konuşamayacağım.

bugün 30 yaşımda, son dersimden çıktım. a. hoca ve onun bütün saldırganlığı ile başladığım bu mekanda, a. hoca ve onun saldırganlığı ile karışmış sevecenliği ile veda ettim.

bugün 30 yaşımda, son dersimden çıktım. hala herhangi bir şeyi kavradığıma ilişkin şüphelerim var, hala kafam karışık, hala anlamak ve anlatmak ile ilgili sorularım var.

tuhaf mıdır bilmem ama, böyle zamanlarda insan kadim dostlarına sığınırmış onu gördüm bir de, eve girmeden önce dolimi aradım. dedim ki bugün 30 yaşımda, son dersimden çıktım.

ne zaman salya sümük duygusallığımdan vazgeçeceğime ilişkin bir fikrim yok üstelik.

Cumartesi, Mayıs 17, 2008

hatırla sevgili üzerine izlenimler

geçenlerde doli ile yaptığımız bir sohbette, hatırla sevgili dizisinin popürlerliğinin çok da kötücül değerlendirilmemesi gerektiği konusunda uzlaşmıştık. benim yorumlarım tamamen diziyi izlemeden yapılmış yorumlardı. ama tabi, deniz gezmiş'in idam sözlerinin sansür edildiğini biliyordum, ya da dizi danışmanları ile ilgili olarak istifalar vs konusunda bilgi sahibiydim. bugün, iş yerimdeki böcekler sağolsun,ilaçlama vesilesiyle işten erken çıktık, evime erken gelince, uzun süredir yapamadığım işler için vakit bulma olanağım oldu, bu arada ilk kez diziyi izledim.

che'nin tişörtler aracılığıyla tanındığı bir kuşaktan geliyorum ben de. yazacaklarım, sözgelimi adorno'nun kemiklerini sızlatacak farkındayım. ama işte hiç bir hikayenin aynı şekilde anlatılamadığı çağın çocuklarına, birlikte bir şey yaparken bile yalnız olan, yalnız hissedenlere, her türden dayanışma duygusu, bu tv ekranında anadolu sigortanın sunduğu, asla dokunamaycağın, iki üç dakika sürecek bir duygusallığın ardından, bir sonraki programın reklamının aşağıdan belirdiği, tüm hissiyatın kesintisiz tüketime çağrı yapan reklamlarla kesildiği bir dizi tarafından 30 saniye için hissettirilmiş bir dayanışma duygusu bile olsa, manidar görünür.

evet, bu dizi ne geçmişin hesabının sorulmasını sağlar, ne de aslında gelecek için umuttur. ama en nihayetinde, "çarpık" da olsa bir şey gösterir. ve kurtlar vadisinin gösterdikleri ile arasında bir ayrımı görmek mümkündür. yani denmeye çalışılan, evet bu dizi denizleri, mahirleri, erdalları popülerleştirmiştir. tam da bu noktada, bu popülerlik, onları bir taraftan siluetler, kahramanlar, sanki hiç olmamış olamayacak kişiler haline getirirken, öte taraftan başka türlü varolmanın mümkün olduğunun da kanıtı haline getiriyor. bu fazla iyimser bir yorum belki de. ama şu var ki, birilerinin üzerinde timsah olan tişörtlerle dolanmasındansa "gerçekçi ol imkansızı iste" ile dolaşması daha manidar göründü.

ama tabi unutmuyorum: "yanlış hayat doğru yaşan(maz)mıyor"