Çarşamba, Ekim 11, 2006

"aldatma kendini, zaten sıradan bir hayatın var."

yukarıdaki alıntı izlemekten çok keyif aldığım ve bana kalırsa yaşama dair bir çok konuya örnek teşkil edecek sahnelerle dolu "cahil periler" filminden. umarım bu filmin bana anımsattıklarını düşündürdüklerini tam anlamıyla buraya aktarmak mümkün olabilir. öncelikle filme dair mini bir özet yapayım: antonia ve massimo, liseden beri birbirlerini tanıyan, iyi anlaşan, nehir kıyısında güzel bir villada yaşayan 15 yıllık evli bir çift. massimo( bu arada isimlerin nasıl yazıldığına dair bir fikrim yok, idare edilecek artık)filmin hemen başında bir trafik kazasında ölüyor. antonia yıkılıyor, ve evinde dışarıya kendisini kapatıp matemini tutmaya başlıyor. massimo'nun iş yerinden gelen eşyaları yerleştirirken, bir tablonun arkasında "massimo'ya, birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için" diye başlayan ve "sürekli bekliyorum sabrımın adına aşk diyebilir miyim? senin cahil perin" yazısını görüyor. o ana kadar gayet iyi bir ilişkisi olduğuna, her şeyini bildiği ve kendisinin de her yönünü bilen bir adam olduğuna inanan antonia yıkılır, ve o "kadını" bulma amacıyla harekete geçer. kısaltma gerekiyor sanırım, buluyor ama bulduğu bir kadın değil erkek çıkıyor. aynı apartmanda bir nevi komün hayatı yaşayan eşcinsel bir çift, çapkın bir kadın,türkiye'den gelmiş bir mülteci, bir travesti,aids hastası ernesto ve tabi ki massimo'nun sevgilisi mikele. ve antonia'nın isyanı aldatılmaktan çok, ondan habersiz farklı bir dünyasının olduğunu öğrenmenin verdiği acıdan kaynaklanıyor. tabi mikele'nin evinde toplanan antonia'nın hiç de alışık olmadığı tuhaf yaşamlar, bir şekilde hayatına giriyor, antonia onların rahatlığına bir şekilde alışıyor. bir akşam daha samimiyet evin anahtarının antonia'ya verilmesi düzeyine gelmeden, mikele nasıl tanıştıklarını anlatıyor massimo ile. mikele çok sevdiği bir şairin kitabını arıyor, ve girdiği 5.kitapçıda bir tane olduğunu öğreniyor, bilgisayarın başında adamın kitabı getirmesini beklerken, massimo geliyor ve mikele'yi kitapçı sanıp kitabı ona soruyor. bu arada adı geçen şair nazım hikmet. neyse efendim, massimo son kalan kitap için ne isterseniz veririm diyor, mikele kendisi kadar bu kitabı seven birini görünce etkileniyor, kitabın fotokopisini çektirip kitabı ona hediye ediyor. bu sahnede, antonia, nazım'ın bir şiirini ezberden okuyor, ve onca zamandan sonra ortaya çıkıyor ki kitap aslında antonia içinmiş, hatta massimo hiç bir şiirini okumamış. (bu nokta üzerine birazdan ukalalıklar geliyor.) neyse efendim lafı uzatmadan, bir şekilde mikele ve antonia arasında yakınlaşma yaşanıyor, zaten yukarıda alıntıladığım cümle de tüm ekibin antonia mikele ilişkisi üzerine yaptıkları bir geyik sırasında mikele'nin "ya bazen sıradan bir hayatım olsun istiyorum, bilmiyorum." cümlesine türkiye'den gelen mültecinin cevabı. antonio hamile olduğunu anlıyor, bu haberi vermek üzere eve gittiğinde, ekibi bahsi geçen geyiği yaparken yakalıyor, haberi vermiyor. neyse film belirsizlikle bitiyor, aslında tam olarak değil. ama sanırım kendim için yeterince ukalalık alanı açtım.

filmin bana düşündürdüğü ilk şey insanlara sınır çekenin onları durduranın toplumun kurallarının yanında aynı zamanda kendi kişiliklerine dair verdikleri ipuçlarıdır düşüncesi oldu. şöyle ki massimo'yu onca zamandır tanıyan antonio, hiç bir zaman düşünemeyceği bir hayatın içinde olduğunu görüyor. bu durumda massimo için zaten böyle bir yaşam mümkün, aksi takdirde bu yaşamın içinde bu kadar uzun süre yer almak onu rahatsız ederdi, söylemeye çalıştığım insana dair geliştirilen o şu konuda şöyle davranır düşüncesinin yine aynı insan üzerinde başka türlü davranmak istese bile bir baskı yarattığı oldu. örneğin filmde antonio kendi evinde mutfağa girmeyen massimo'nun elmalı ve portakallı köfte tarifiyle diğer hayatında ün saldığını öğreniyor. bir yandan da iki taraflı ve düzenli olarak yalana dayanan bir yaşam tarzının içinde, her iki ruh halinin yaşamanın da avantajlarından faydalanıyor. yani bir taraftan nehir kıyısında bir villa'da yaşayan, prestijli, güzel bir eşi olan bu sayede aslında tam olarak toplum tarafından kabul edilmiş bir hayata sahipken ve bunun avantajlarını yaşarken; diğer yandan toplumun tanımadığı ve mümkün olduğunca reddettiği ve ama kendisini olabildiğince rahat hissedeceği o kadar ki köftenin içine elma ve portakal koymayı düşünebileceği ve hatta koyabileceği, ve iki taraf da birbirinden haberdar olmadığı sürece- ki massimo bu konuda oldukça başarılı- sorunsuzca sürebilecek bir yaşam... her durumda iki taraftan da vazgeçememe hali. ve bunların temelinde de yine yalan var, çünkü sonuçta kendisi için olmayan bir kitap üzerinden kurulan bir ilişki. (yalan meselesine birazdan geri döneceğim.) bir taraftan insanın kendini gerçekleştirmesinin önünde kendinin oluşturduğu izlenimlerle birleşen toplumsal sınırların oluşturduğu engeller, diğer taraftan bu sınırları tanımadan yaşamı ortaklaştırırken bu sınırları kurmaktan kaçınınan ve bu uğurda dışlanmayı göze almış insanlar.

ister istemez özenilen anları görmek mümkün, tabi, bu sınırsızlığın içinde kırılanları da unutmamak lazım filmin etkileyici sahnelerinden biri de eşcinsel çiftten birinin bir partide başkasına yönelişini izlerken eşinin gözlerindeki hüzün, üstelik ona gülümserken engelleyemediği hüzün, sevgiliyi sahiplenmek kapitalist bir varoluş mudur? ama öyleyse herkesin içinden gelmez ki aldatmak'ı düşündürten bir sahne. neyse daha fazla tasvir etmeyeyim, izlemeyenler izlesin. açık ilişki denilen mevzuya ilişkin gerçekten günümüz toplumları için mümkün müdür? ya da toplumsal düzlemde düşünmeden, sanrım herkes için mümkün olan bir şey değil.

filmin yalan üzerinden ilerlediği asıl tartıştırmak istediğinin yalan olduğunu gözlemlemek mümkün, bir sahnede, antonia'nın ilk kez ekiple aynı masada oturduğu sahnede travestinin ailesini ziyaret etme düşüncesi üzerinden açıktan tartışılıyor, yalan nedir? yalan nerede başlar, kendimize ilişkin kurduğumuz düşler nerede başlar? bunlar arasındaki ayrım nedir? gibi düşünceler filmin alt metninin tartışmaya açmaya çalıştığı sorunlar. sanırım bu konuda karar vermek mümkün değil, ama ilk yalanı söyleyen massimo'nun kitap mevzusunda, bu yalanı ona yeni ve başka türlü bir yaşam sundu, ve aslında bu yaşamın tüm güzelliklerine kendi yaşamından hiç bir şey eksiltmeden dahil olabildi. şimdi amaçladığım onu filmin kötüsü ya da şeytanı ilan etmek değil. olmadığımız biri gibi görünmek istiyorsak, o olmayı istiyoruzdur ve biraz da oyuzdur, çünkü olmayı isteyecek bunca şey varken onu seçmişizdir. yani massimo kendisi o şiirleri seven ve okuyan adam olmasa bile o olmayı istemekle aslında o şiirleri okuma ve sevme potansiyelini içinde barındırdığını gösteriyor. ve tabi bu konuya ilişkin son abuklama, her yerde yaşadığı anı yaşıyor ve hissetmediklerinden değil, aksine hissettikleri için, sevilmeme korkusudur yalana iten. ya aslında bu kadar da emin olduğum bir konu değil bu sanırım filmin mesajı bu, ama ben emin değilim. yani yalan denilen şey aynı zamanda massimo'nun antonia ve mikele arasındaki iletişim şekillerinde en çok kendisini etkileyen bir boyuta sahip, her koşulda sıkıştıran ve rahatsız eden bir yanı var. ve onun bir karısı olduğu gerçeği dışında onun söylediklerine inanarak yaşayan, ve tüm bunlardan habersiz antonia için bir gerilim sebebi değil, sadece öfke sebebi, neyse yalan konusu beni aştıo. ama şu bir gerçek, massimo antonia ilişkisi ile massimo mikele ilişkisi eşit derecede sahiciler.

toplumsal yaşam ve onun denetleme mekanizmaları bir şekilde, eğer mücadele etme gücüne sahip değilse, ya da kaybedeceği şeyleri varsa, insanı şizofrenik bir yaşama itiyor. şizofrengi dergisinin benim kuşağımüzerinde yarattığı etki göz önüne alındığıunda özenmemek mümkün değil. ama sanırım benim için asıl özenilecek adam mikele'nin yaşayış şekli,evinin anahtarlarını tüm ekibe dağıtacak kadar cömert, ve antonia ile iletişim kurmaktan çekinmeyecek kadar açık.

neyse ben durayım artık, tam olarak istediğim gibi olmadı, anlatamadım yine ama yoruldum artık, belki sonra devam ederim. ya da etmem.

Hiç yorum yok: