Salı, Ekim 21, 2008

mysteria geri döndü: özet no bilmemki kaç- 9

cuma günü güya iki saatliğine okula gittim. yeni bir istihdam olanağının peşinde, z. hoca'dan referans almaya gittim. z. hocamı pek özlemişim, çıkamadım yanından, iki saat oldu üç saat. odasından çıktım, a. ile karşılaştık. hoş beş geyik ile karışmış dertleşmemizin sonuna doğru, kaplumbağalar da uçar filminin okulda gösterileceğini, filmin yönetmeni Bahman Ghobadi ile bir söyleşinin gerçekleşeceğini öğrendim. filmi izlemediğimden, film başlayalı 15 dakika sonra da olsa salona girdim. bundan sonrasını, filmden çıktıktan sonra gözyaşlarımın izin veridği kadar not defterine yazdıklarım anlatsın. ardından yine devreye gireceğim.

"çocuklar siyasi mahkumlardır." gilles deleuze

en hassas olana dahi belli bir süre sonra "anlam kaybı" yaşatan bir kelime "savaş" . o kadar hızlı gündeliğin bir parçası haline gelebilmesini bu özelliğine bağlayabiliriz. gündeliğin sıradan ve olağan bir parçası olmayan bir savaş onlarca yıl sürebilir mi? insanın acımasızlığının, belleksizliğinin tek başına kapitalizm ile açıklanabileceğine dair şüphelerim var. ama asla şu anda kapitalizm ya da emperyalizm gibi konularla ilgilenemiyorum. tekil kişilerin bir toplumsal bağlam içinde yetişmelerine rağmen, ne uğruna bu kadar acıyı "makul" görebildiğini de anlayamıyorum. belki de kendi kişisel depresyonumun etkileridir bunlar, bilemiyorum. uzun zamandır "sahici" bir film izlememiştim. ankara'nın tuhaf lokantaları üzerine yazmayı düşünürken, a.'nın tavsiyesiyle film izlemek, bakış açımı yerinden oynattı. bir kaç gün öncesine kadar "masumiyet müzesi"ndeki aşk acısının, mutluluğun, obsesyonun üzerine yazmak isterken, savaşı tamamen normalleştirmişken, şimdi yeniden savaş diye iki saniyede telafuz edilen mefhumun ne kadar büyük bir acı ile ilgili olduğunu hatırladım. büyük olasılıkla üç gün sonra unuturum. bu söyleşiye giremeyen beni bir sonraki söyleşide konu üzerine ahkam keserken bulabilirim. hep melonkoloki bir tiptim galiba, ama bu hikayenin "ben" ile doğrudan ilişkisi yok. bir yanıyla "kaplumbağalar da uçar" filmini izleyip, ardından sakin bir söyleşi yapabilmenin, filmin en olmadık yerinde kürt hareketi ve abd arasındaki bağlantılar üzerine düşünebilmemin mümkün oluşu, film bitince fazla duygusal gözüyle bakılan üç beş kişiden bir oluşum, belki de ç'nin dediği gibi, başka bir mutsuzluğu buraya yansıtmamla ilgilidir. belki de her zaman olduğu gibi, yoğun stres altında "aşırı tepki" veriyorumdur. ama öncesinde karar vermiştik, bu hikayenin "ben" ile bağlantısı yok. varsa da bununla yüzleşmek istemiyorum, keza daha büyük bir yüzleşmeyi 25 dakika kadar önce deneyimledim ve bu yüzleşme kişisel hezeyanlarımdan daha önemli geliyor.

savaş'ın üç ünsüz ve iki ünlü ile yazıldığını, bu ünsüzlerin hangileri olduklarını, ve doğru sıralamasını 7 yaşımdan beri biliyorum. film kelimenin biçimini değil, içeriği hakkında bilgi sahibi çocuklar üzerineydi. kendi çocuğunu öldürene dahi sinirlenmeye, öfke beslemeye izin vermeyen sert bir film. mayınların gündelik yaşamın sıradan bir parçası olduğunu izlerken, itiraf etmem gerekir ki, masumiyet müzesi'nden etkilenerek üzerine düşündüğüm herşey anlamsızlaştı. çocuklar pazardan elma alır gibi, silah kiralayabilirken, öğretmenleri ders çalışmak yerine silah talimi yapan çocuklara, ufak bir ağız dalaşından sonra "aferin" derken, nasıl olup da her sabah sanki bu koca dünyada hiç birproblem yokmuş gibi kendimiz, yaşamımız üzerine endişelenebildiğimizi, mutluluğumuzun peşinde yıprandığımızı da anlayamadım. ya da bir gece önce "gerilip, gerilmediğim", "kabul edip edemeyeceğim" üzerine sorgulanmayı da... "örgütlü şiddet ve uzun soluklu savaşı engellemek mümkün mü?" "sosyalist bir dünyada bu sorun çözülür mü? soruları oldukça anlaşılmaz, hiç karşılaşmadığım bir dilden sorulmuş sorular gibi...

"bu bir film abla!" evet bilioyrum, bunu tek anlamı gerçekten çok daha büyük kötülüklerle karşılaşan, birilerinin gündeliğinin önemli bir parçasını bu kötülüklerin oluşturduğunu düşünmek içimi aıtıyor. "ben bunun bir parçası olmayacağım" diyenleri büyük bir şevkle takdir ediyorum. vicadani retçileri.

filmin bir sahnesinde, 3-4 yaşlarında küçük bir çocuk ırak-türkiye sınırında durmuş ağlıyor, yanına gelen ondan 5-6 yaş büyük iki çocuk ise, ağlamasın, neşelensin diye onu güldürmeye çalışıyorlar. çocuklardan tek ayağı kesilmiş olanı, kesik ayağını tüfekmiş gibi koltuğunun altına sokarak sınırın ileirsinde nöbet tutan askere bağırıyor, ağzından tüfek sesi çıkarıyor. ardından asker rastgele ateş ediyor, küçük çocuğu kucaklayıp kaçıyorlar.

dışarıda kısa bir süre ağladıktan sonra filmin yönetmeni ile yapılan söyleşiye girmeyi denedim. ama kalabalık asıl olarak içeride bulunduğum 30 saniye içinde yönetmenin "ben hep biraz çocuk kaldım" demesi beni dışarı itti. bilmiyorum, belki de filmin çokcuk kalmakla ilgisi vardır. belki de tüm çocuklar, bilgisayar oyunu ile büyüyeninden, kesilmiş bacağınıtüfek olarak kullanana kadar, tüm çocuklar deleuze'ün dediği gibi siyasi mahkumlardır.

siyasi mahkumun ne anlama geldiğini, 14 yaşımda erdal öz'ün yaralısın isimli kitabını okuduğumda anlamıştım. daha önceden n. dayısının siyasi mahkum olduğunu söylediğinde seziyordum, ama anlamıyordum. şimdi çok daha farklı bir anlamı var benim için. bu anlamlar içinde tüm çocukların siyasi mahkumlar oluşu üzerine düşünmek bir kez daha içimi acıtıyor. yönetmen uzaydan gelmediyse hepimiz birer siyasi mahkumuz. 17.10.2008

böyle bir ruh hali ile artık izmirde yaşamaya başlamış, d.'nin ankara ziyareti sebebiyle toplanan arkadaşş ekibine dahil oldum, ve sandığımdan çok daha kısa süre içinde, eğlenmeye muhabbet etmeye başladım, ama yukarıdaki yazıyı "tarihe not düşmek" adına önemsediğimden üşenmeyip yukaıya yazdım. ister istemez düşünüyor insan, nasıl bu kadar hızlı unutabildiğini...

neyse, aslında depresif günler geçirmedim. o gece müstakbel ev arkadaşım t.'nin evinde kaldık, ve sabah çok keyifli kahvaltı yaptık, vakit geçirdik, sonra tabir yerindeyse keyif pezevenkliğinin verdiği sarhoşlukla, t'nin bir gece önce
barda unuttuğu çantayı almaya gittik, barın açılışı şerefine bir kokteyl düzenlenmişti, orada kahvaltı üstüne birer bira içtik, sonra benim eski mi desem bilemediğim işyerimden yann arthus bertrand amcamızın foto arşivini almaya gittik. malasef benim eski pc çökmüş, format atılmış, arşivim güme gitmiş. sonra t.'nin evine geri döndük, sohbet, fotoğraflar, mysteria'nın hassas tarihinin sayfalarını karıştırdık. pek eğlendik. o kadar ki eve geri dönmeyi hiç istemedim, ama el mecbur dönmek gerekiyordu, aksi durumda evden çıkılamadığı için ev arkadaşlığı kurguladığımızdan daha erken başlayabilirdi.

ertesi günü evde makale okuyarak geçirdim, artık birazcık daha fazla konsantre olabiliyorum galiba. ama hala kaptıramadım kendimi, bakalım bakalım...

dün yeni istihdam olanağının peşinde bildik tanıdık laia halleri, bütün gün koşturdum, son dakikada başvuruyu yaptım, ya da umarım yapmışımdır. sonra soluğu, daha önce sözleştiğimiz üzere t.'nin evinde aldım. (ev arkadaşlığımız başladı mı ne?) pek güzeldi iki film üstüste izledik, arada dertleştik. t.'nin samimiyeti, sakinliği, sıcaklığı bana iyi geldi.

böyle işte mysteria'ya dönüş.


Hiç yorum yok: