Pazartesi, Eylül 25, 2006

Bahtsız Bedevinin Maceraları 27.yıl 354.- 359.günler

efendim en nihayetinde tatile gittim. ilk gün güneşli bir hava ama dalgalı bir deniz karşıladı beni, güzeldi, yüzdüm bol bol denizin gitmemi buyurduğu yöne doğru tabi, karşı gelmek pek mümkün değildi, kızgındı sanırım çok boşladım onu diye. neyse efenim kendimizi dünyanın merkezine yerleştirmeden, eylül'ün sonunda antalya'da fırtına varken denizin dalgalı olması normal. yüzüldü, sahilde uyundu, otel çalışanları ile alman turistlerle sohbet edildi. erkeklerle flört etmenin tadı özlenmiş o anlaşıldı. hayatta insan sadece çalışıyorum ayağına pc başında oturup ağlamıyormuş, bu da anlaşıldı. bol bol yemek yendi, çok lazımmış gibi.evet kısa ve güzeldi diye bitirebileceğim bir dinlencenin içindeyken,kendimi tam da rutin bir gevşeme ve rahatlık haline bırakmışken. yağmurlu hava son günde beni tuhaf düşüncelere sevk etti. bu nasıl cümle offff.
son gün sabah 06.30 civarında uyandım çünkü üşüyordum, e tabi insanın bir gün önce güneşlenirken birden böyle üşüyerek uyanması tuhaftı. baktım, hafif bir yağmur, sonra deniz dümdüz çarşaf gibi, ve tabi gökkuşağı. hemen giydim mayomu fırladım sahile, o kadar güzeldi ki, su sıcaktı hava serin tepemde gökkuşağı, ne güzel yaşamak diye düşünürken, annenin sesi beni zorla sahile çıkardı. neymiş efendim, yıldırım düşermiş başıma. yani anlaşılan o ki benim paranaoyaklığım sadece solculuğumla ilgili değil, genetik etkenler de var, gerçi anne de solcu. hayır yani bir yandan da kadın çocuğunu ve onun talihini öyle iyi biliyor ki, başına yıldırım düşecek diye endişeleniyor. neyse başıma yıldırım düşmedi, ama iyi ki anne denizden çıkarmış, çünkü yağmur birden hızlandı, deniz dalgalandı ve yıldırımları izlemek mümkün hale geldi. kahvaltıya gittiğimde bütün almanlar eski zamanlara özgü bir toplumsal kahraman ölmüşcesine ağlamaklı yas ifadeleriyle, bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru izliyorlardı. kahvaltı sonrasında hemen hemen hepsi lobiye tıkıldılar. lobi sabah saat 10dan itibaren kanyak içen, ve ikinci kadehten sonra kırmızı suratlarına hafif bir gülümseme yayılmış almanlar, ve onlara içki yetiştirmeye çalışan garsonlarla dolmuştu, o kadar ki insan merdivenlere mermerlere falan oturuyorlardı. ben de böyle tuhaf bir kalabalığa dahil olmanın bana katacağı deneyimi göz ardı ederek, dışarıya yağmura çıktım, tabi açık havada cep telefonu ile konuşmayacağıma, dolayısıyla yıldırımları kendime çekmeyeceğime dair anneye söz verdikten sonra.
sahile gittim, üzerimde otelin çalışanları için yaptırttığı her yerinde otelin adı yazan bir yağmurluk, kulağımda kulaklık öyle kendi kendime sahilde yürüdüm. derken sahilde benim yağmurluğumun aynısına sahip 40lı yaşlarda biriyle karşılaştım, haliyle gülümsedik birbirimize, cebinden kanyak şişesi çıkarttı abi, (ilginçtir benim çok uzun süre aşık olduğum bir adam vardı onunla da muhabbetimiz böyle başlamıştı, karlı bir ankara gününde cebinden suratında aynı gülümseyişle kanyağını çıkarıp benimle paylaşmıştı, elbette farklı olan bu hikayenin bir aşk hikayesi olmaması en azından öyle bir hikaye olsa bile, kanyağı ikram edenin ile edilen arasındaki bir aşka dair değil.) tabi dedim büyük keyifle, adı güntermiş. sohbet etmeye başladık, güzel olan kakara kikuru bir muhabbetten ziyade sakin sesiz arada sırada sessizliğin bozulduğu ama sonra kendini yeniden gösterdiği birlikte yürümeydi. sonra yağmur atık iyice abartınca bir tentenin altına sığındık orada bana hikayesini anlattı.
10 yıldır her sene side'ye bu otele gelirmiş, beni de zaten daha önceden görmüşlüğü varmış, (otel annenin yakın arkadaşına ait, ben de hemen hemen her yaz ordayımdır). büyük bir aşkla bahsettiği karısı çok sevdiği için buraya gelirlermiş. tabi ki her zamanki patavatsızlığımla ben çocuğunuz var mı eşiniz çalışıyor heralde gibi manasız cümleler kurunca, adamın gözlerinde bir hüzün, meğer, karısı ve oğlu 6 ay önce trafik kazasında ölmüş, o da kendi yorumuyla kendisine acı çektirmek için buralara gelmiş. içim ezildi tabi yağmur sanki daha da bir çoğaldı hava daha da bir karardı, ne diyeceğimi bilmedim, sonra tuhaf bir enerjiyle ona yüzüklerin efendisinden bir şeyler anlattım( tatil boyunca kaçıncı kez olduğunu bilmeden kardeşe soracak olursak 855. kez yüzüklerin efendisini okuyordum)ilginç, duymuş ama hiç okumamış filmi de izlememiş, ama merak etti hikayeyi ben de almancamın yettiği kadarıyla, baştan sona anlattım hikeyeyi hoşuna gitti. herşeye rağmen devam eden hayattan hoşlanmadığına dair bir şeyler diyordu ki, gök gürledi ama nasıl bir gürleme ikimiz de korkudan altımıza yapıyorduk. güldüm, evet dedim hayat herşeye rağmen devam ediyor ve her türlü sıkıntı bir şekilde bizi terk ediyor, bu kötü olarak da nitelendirilebilir, ama sanki bir yandan da bu niteleme gidenlerden çok kendi ölümümüzle baş edememekten de kaynaklanır. evet adamcağız gayet kibardı böyle bir abuklamaya güldü haklısınız belki de dedi. saate baktık, öğle yemeği saatini kaçırmışız, hadi dedi kanyak da bitti gidelim bir yerlerde yemek yiyelim. olur dedim, güzel bir balıkçııya gittik daha önce kuzenimle gitmiştim ben o da karısı ile gelmiş, balıklarımızı yedik, sonra hapşurukların sayısı artınca otele dönelim dedim, ya da dedim ben kaçayım, hayır dedi haklısınız kalktık, odama gittiğimde, otel idaresinin odalara dağıttığı yorganın altında güzel bir uyku çektim.
ayrılmadan önce şöyle bir etrafıma bakındım ama göremedim, aslında büyük olasılıkla sahildeydi, ama gitmek istemedim yanına. şimdi yeniden ankara'dayım, kafamı bu düşüncelerde uzaklaştırıp teze dönmek zorundayım, yarın jüri var, evet efenim ben geldim, ve yine bu keşmekeşin içindeyim, neyse baklalım geçebilecek miyiz. endişeli değilim, fazla gevşedim heralde. ya da bunca acının içinde sanki dünyanın bütün yükü benim omzumdaymış gibi asılsız bir ruh halinin anlamı yok,anladım. yoksa büyüyor muyum?

bahtsız bedevinin maceraları devam edecek...

1 yorum:

gadjo dedi ki...

etkileyici bir hikaye, gercekten...